Özkan Karaca'dan İki Kitap
Osmanlı ülkesinde 1890-1900 tarihlerinde doğan gençlerin pek çoğu, delikanlılık çağlarının en güzel yıllarını; Kafkasya, Çanakkale, Irak, İran, Sina, Filistin, Kuzey Afrika, Suriye, Hicaz, Yemen, Makedonya, Romanya ve Galiçya Cephelerinde: Kimi zaman zafer coşkusu, kimi zaman da onulmaz mağlubiyet acısı içinde geçirmişlerdir. Bu cephelerde başlayan o kahramanların hikâyeleri genelde şehadet haberi, kimi zaman gazilik beratı, kimi de tel örgülerle hürriyetleri kısıtlanarak ve yazdıkları hatıralarda ölümden beter dedikleri esaret acısıyla noktalanmıştır. Pek çoğu geride gözü yaşlı analarını, çiçeği burnunda genç eşini, evlilik hazırlığında nişanlısını bırakarak vatan savunması için seferberliğe koşmuştular.
Esirlerde dört bir yana savrularak hayatlarının kısıtlandığı, bilinmezin coğrafyasında esarete taşınmışlardır. İngilizlere 135 bin, Ruslara 65 bin, Fransızlara 2000, Romenlere 600, İtalyanlara 100 esir düştü. Bunlar senelerini esir kamplarında çürüttüler. Sağ kalanlar hasret, acı ve hastalıklarla memleketlerine dönebildi.
1.Dünya Savaşı’nda sadece Çanakkale cephesinde 11.178 kayıp askerden bahsedilmektedir ki, bunların büyük çoğunluğu İngilizler ve Fransızlara esir düşmüşlerdir. İngilizlere Sina, Filistin, Suriye, Irak, Hicaz, Asir, Yemen’deki muharebelerde 120.000’in üzerinde esir verilmiştir. İngilizler Hicaz -Asir- Yemen cephelerinde esir olan askerlerimizi Mısır’daki kamplara; Sina-Filistin-Suriye ve Irak cephelerinde esir olanları da önce Mısır’a sonrada büyük bölümünü Hindistan ve Burma’ya olmak üzere çeşitli yerlere götürmüşlerdir. Hindistan ve
Burma’ya götürülenler cephelerdeki diğer birliklere göre nispeten öncü ve zinde olanlardır ki, kasıtlı olarak buralara gönderilmişlerdir. Ruslarla yapılan muharebelerde Sarıkamış, Erzurum, Galiçya ve diğer savaş alanlarıyla birlikte 60.000-70.000 esir verilmiştir. Esirlerimiz Sarıkamış, Kars ve Tiflis istasyonlarından Azerbaycan, Moskova, Ukrayna, Astarhan ve Sibirya gibi Rusya’da çok dağınık kamplara götürülmüşlerdir,
Savaş esirinin yaşamı; depresyon, kızgınlık, endişe, korku, umutsuzluk içerisinde zihinlerini ve yüreklerini çivileyen hasret sancısı ile geçmiştir. Esirlerin birçoğu, şüphesiz, kaçma hayalleriyle yaşamını sürdürmüştür. Bu kamplardan gidemeyenler de bir süre sonra ölüm tezkeresiyle ruhları hürriyete kavuşmuştu. Vatanlarından binlerce kilometre uzakta kiminin taşlara kazılı isimleri şehitliklerde yer almaktadır. Birçoğu da bilinmezin yurdunda bir avuç mezardan mahrum kalarak; bina ya da yol altında, coşkun suların bağrında ve karanlığın kafesinde kıyamete kadar isimsiz yiğit olarak meçhullerin sandığına kapanmıştır.
Türk askerlerin götürüldüğü esir kamplarının bulunduğu ülkelerde, toplam 26 ülkede 54 adet Türk şehitliği yaptırılmıştır. Bu şehitliklerin 36’sı savaşın geçtiği bölgelerde, 18’i de esir düşen askerlerimizin götürüldükleri esir kamplarının olduğu yerlerdedir.
Kanlı Şarap, Küflü Ekmek: Sömürgecilik
15.yüzyılda Rönesansla başlayan Avrupalılık bilincinin ortaya çıkmasının ardından, 16. yüzyıl, coğrafi keşiflerin hız kazandığı ve ardından sömürgecilik faaliyetlerinin şekillenmeye başladığı dönem olur. Bu dönemdematbaa, barut ve pusulanın kullanılmaya başlanması Avrupalılar lehine önemli bir üstünlük sağlar. Düşünce özgürlüğü kapsamında yönetimlere muhalif söylemlerin matbaa aracılığıyla yaygınlık kazanmasına rağmen, pusula ve barutun önemli hâle gelmesiyle keşif ve muharebe gücünü artıran Avrupa devletleri, bu üstünlüklerini kıta Avrupa’sı dışında sömürgeler oluşturma vasıtası olarak kullanırlar.
Haçlı seferleri yoluyla Doğu’nun gizemli hazinelerine ulaşmak isteyen Avrupalıya kapıyı Türkler kapatınca, kendilerine aksi istikamette, çok daha uzaklarda, âdeta Türklerden kaçarcasına sömürülecek yerler araştırdılar. Başka bir ifadeyle, Avrupa'nın içerisine hapsolmuş bulunan Batılının yeni bir çıkış bulması gerekiyordu. Zira Osmanlı'nın Akdeniz'e olan hâkimiyeti ve karayollarını tutmuş olması, tutulan çıkışlar dışında bir yol bulmayı gerektirmiştir ki, bu sebeple Ümit Burnu dolaşıldı ve ekmek kadar ihtiyaçları olduğu Amerika’ya yeniden ulaşıldı. İşte denizaşırı bu yerler sömürünün en dehşet boyutu ile yaşandığı coğrafyalar olmuştu.
Avrupalı devletlerin bugünkü gelişmişlik düzeyine erişmelerinde sömürdükleri ülkelerden kendilerine taşıdıkları yer altı ve yer üstü kaynaklarının büyük payı vardır. Avrupalılar Roma İmparatorluğu sonrası güçlü bir imparatorluk kurmak; bu İmparatorluğu öteki diye tanımladıkları; kendilerinden olmayan, kendilerine benzemeyenlere karşı kullanmak istemişlerdir. Durum böyle olunca ötekinin değer yargıları, hayat anlayışı ve dünyayı algılama biçiminin hiçbir değeri olmamıştır. Batı, dünyayı Avrupalılaştırırken, Avrupalılığı da evrenselleştirmektedir. Bu durumu gerçekleştirmek için de sömürecekleri ülkede yerli kompradorlar bularak onlara sadaka boyutunda verilen kar payı karşılığında, onların yardımı ile hedef ülke sömürülmektedir. Bir yandan birilerinin durumları iyileşirken, refah düzeyi artarken, diğer yandan ötekilerin durumları kötüleşmiştir.
Kimi zaman İngiltere, kimi zaman da Fransa bu çatışma ve savaşlardan zaferle çıkmış ve sömürgeci kimliklerini iyice pekiştirmişlerdir. Fransa’nın sömürgeci bir güç hâline gelmesinin en önemli sebeplerinden biri sanayi devriminin yanı sıra şüphesiz Afrika’da ve denizaşırı topraklarda koloniler ve sömürgeler oluşturmasıdır. Sömürü ve sömürgecilik tarihimizin ve dilimizin yabancı olduğu kavramlardır. Koloni ve kolonyalizm karşılığı olarak kullandığımız bu kavramlar doğrudan doğruya Batı tarihi ile alâkalı olarak ortaya çıkmış ve günümüze kadar çeşitli boyutlarıyla gelmiştir. İktisadi kaynaklara basit bir el koyma faaliyetinden öte, bünyesinde birçok gayri insanî ve gayri ahlâkî anlayış ve uygulamaları barındıran, hatta çoğunlukla son derece masum yüzlerle takdim edilen ama tarihte hep var olmuş psikolojik, biyolojik, dinî ve kültürel sahalara yönelik katliamdır. Ölen, insanın bedeni, toplumun inanç, değer ve kültürü, en nihayet bizatihi insanlıktır. Yaşayan, yeni katliamlar için gerekli olan bahaneler, bitmez sömürü yolları ve sürekli büyümek üzere atılan vahşet tohumlarıdır.
Sömürgeciliğin gelişmesinde, hammadde ve yatırım imkânlarının araştırılması yanında ekonomik, askeri, siyasi ve toplumun sosyal psikolojik yapısı da ekili olmuştur. Bazen dini değerlerin masumiyeti altında çeşitli sebeplere dayanılarak da sömürgecilik faaliyetlerinde bulunuldu. Hatta Avrupa’da sömürge sahibi olmak bir prestij haline geldi. 19. Yüzyılla birlikte sömürgecilik yeni bir boyut kazanmış, endüstri devriminin bir sonucu olarak sömürgecilik emperyalizm biçimine dönüşmüştür. Sömürgeciliğin emperyalizme dönüşmesi ise sömürgeci devletlerin rekabete girmelerine neden olmuştur.
Sömürülen ülkeler günümüzde; ekonominin küreselleşmesinde kaydedilen gelişmeler, duvardaki tuğlalar gibi, öylesine örtüşmelerine ve kaynaşmalarına neden olmuştur ki, eski sömürge ülkelerinin bir bölümü günümüzde eski hallerini aratacak bir bağımlılık ya da yoksulluk içine düşmüşlerdir. Bu açıdan bakıldığında merkezin çevrede çıkarttığı savaşların amacının onların gelişimlerini ve güçlerini engellemekle sömürü düzenleri ve yöntemi devam etmektedir.
Sömürgecilik dönemine kadar Batı güçlü medeniyetler çıkaramadı, üretici bir kültür olmaktan ziyade, üretici olan ve yüksek bir medeniyetin beşiği olan Doğu ile ilişkilerde aracılık ve ticaret bağları sayesinde ayakta kaldı. Ve yine biliyoruz ki, bütün o bilimsel keşiflerin, bütün o sanat eserlerinin, Batı enstrümanlarının ve her şeyin başı olduğu söylenen Rönesans'ın ilk örnekleri hep Doğu medeniyeti kaynaklıdırİslam devletleri ele geçirdikleri ülkelerdeki insanlara yeni bir şahsiyet verdiği gibi kendisiyle; aynı konumda faaliyete, ekonomik refaha, her türlü hürriyete ve sosyal yaşantı serbestliğine getirdi. Avrupalı devletler ise sömürgecilik sürecinde ele geçirilen bölgelerin insanlarını zorla Hristiyanlığa sokuluyor ama maddî yönden kalkınmaları için herhangi bir gayret gösterilmiyordu.
Yazar: Kitaphaber - Yayın Tarihi: 02.01.2017 10:25 - Güncelleme Tarihi: 02.01.2017 10:25