Peki hakikat, hikmet ne ola ki?
İslam tarihinin en çok tartışılan eserlerinden bir tanesi olan Muhyiddin İbnü'l-Arabî'nin "Fusûsu'l-Hikem" adlı eserini günümüz insanına sunan Hamza Kılıç'ın kaleme aldığı eserden bahsedeceğim. Başta fıkıh ve kelâm olmak üzere tüm İslâm ilimleri, Kur'an'a dayanmaya ve O'nu esas almaya özen göstermişlerdir. Aynı şey, tasavvuf ilmi için de geçerlidir.
Tasavvuf alanında eser kaleme alan her mutasavvıf, yazdıklarını Kur'an ayetlerine dayanarak yazmaya azami dikkat etmişlerdir. İslâm âleminde yetişen en önemli mutasavvıflardan biri, pek çoklarına göre de en büyüğü olarak kabul edilen İbnü'l-Arabî (ö.638/1240) de, "Fusûsuʹl Hikem" adlı eserinde, Kur'an ayetlerine sık sık başvurmaktadır.
Şu cihanda Âdemoğlu üç şey ister: devlet, servet, hikmet. Devlete talip olan, servetten ve hikmetten uzak dura ki kuvveti adaletini aşmasın, servete talip olan devletten ve hikmetten uzak ola ki, malına güvenip hududundan taşmasın, hikmete talip olanlar da devletten ve servetten uzak dura ki, hakikatin yolundan şaşmasın.
Tasavvufi görüşlerin ağırlıkta olduğu bu kitap, yirmi yedi peygamberin her birinin hikmetlerine odaklanır. Türkçesi "Hikmetlerin Özü" olan eserin içeriğindeki hikmet kavramını iyi anlamak önemlidir.
Peki hakikat, hikmet ne ola ki?
Hikmet, eşsiz benzersiz yaratılış karşısında sürekli tekrarlanan bir hayret, hayranlık, şaşkınlık ve "nedir" sorusu ile yol almaktır. Bu varlık nedir, bu inanç nedir, bu hayat nedir? Bu ölüm nedir? Bütün bunları algılayan bir bilinç olarak bu benliğin anlamı nedir? Hikmet, boşlukta dönüp duran bir oluşa yönelik soru sormaz. Hikmet sevgisi, burada her an tazelenen eşsiz yaratılışı sevmektir. Varlığı ve mutlak istenci sevmektir. Mutlak istencin bana görünüşünü, benim için görünüşünü, benim açımdan görünüşünü anlamak isteye bir iradenin izharı söz konusudur. Bu yönüyle hikmet, aşkın bir bağlanıştır. Bir varlık duygusu ve varoluşa tanıklık neşesi de vardır. Yunus'un her an bir çiçek gibi açan ilahi iradenin izharı karşısında duyduğu varoluş sevincinde, Mevlânâ'nın varoluşta bulduğu yenlikte, tazelikte aşkına olan tanıklıkta bu metafizik hayranlık yaşanır.
İşte, eserin özü bu varlık bilinciyle temellendirilmiştir. Muhyiddin İbnü'l-Arabî, İslam tarihinde çok bilinen hemen hemen herkesin adını duyduğu ve birçoklarının evliya hatta Şeyh-i Ekber yani "şeyhlerin de ekberi" diye değerlendirdiği bir zattır; bununla birlikte, yazdığı eserlerle ilgili olarak bazı İslam düşünürleri kendisine karşı çıkmış ve kabul etmemiştir. Özellikle bu Vahdet-i Vücûd1 ile alakalı görüşleriyle Panteizme2 benzetmişlerdir. Panteizme benzettikleri için İslam'a uygun olmadığını söylemişlerdir; ama bir o kadar da başkaları Muhyiddin İbnü'l-Arabî'nin bir Veli Evliyaullah olduğunu söylemiştir.
Muhyiddin İbnü'l-Arabî, eserini aynen ve noksansız olarak, rüyasında görmüş olduğu Hz. Peygamber'den (s.a.v) almış, kendisinden hiçbir şey katmadan, Müslümanların istifadesine sunmuştur. Allah'ın tekliği ile alakalı konulara değinilmiş, peygamberlerin ve onların vasıflarıyla alakalı örneklerle ilerlemiştir İbnü'l-Arabî, Peygamberlerin özelliklerinden bağlantılı olarak birçok konuya değinmiştir.
Eser, Peygamberlerin isimlerine göre ilerliyor. Örneğin, Âdem kelimesindeki "ilahlık" hikmeti, Şit kelimesindeki "hibe" hikmeti, Nuh kelimesindeki "tenzih" hikmeti gibi konulara değiniyor. Günümüzde hepimizin kabul ettiği İslam şeriatının dışında zor bazı şeyler söylüyor. Kur'an-ı Kerim'i de Türkçe yüzünden okumaya kalktığınız zaman, bazı ayetler çok sık tekrar eder. Hatta bazı ayetleri iki veya üç kez okuduğunuzu düşünürsünüz. Bu kitapta da bunu hissettiğim noktalar oldu. Farklı şeyler de hissedebiliyorsunuz; yani hissettiriyor. Sadece anlamak değil, size başka bir ufuk ve başka bir düşünce boyutu açıp daha derin düşüncelere dalmanıza vesile olabiliyor. Sanki orada söylemek istediği şey, içinizde farklı bir değerlendirme açabiliyor.
Örneğin, cennet ve cehennem konusuna değiniyor. Şöyle bir örnek veriyor: "Bir pislik varsa bir yerde, bir çamur varsa, onun içinde yaşayan canlılar da vardır. O canlılar onun içinde yaşamaktan keyif alır, onların ortamı odur. Sen o canlıyı oradan çıkartıp herhangi bir günlük güneşlik çok güzel bir ortama koyarsan orada keyif almaz, eziyet çeker. Dolayısıyla metaforik bir anlamdan yola çıkarak, cehennem için yaratılanlar zaten cehennemde mutlu olacak, Cennet için yaratılanlar da zaten cennette mutlu olacaklar" der. Cennetliğe göre Cehennem, bir eziyet makamıdır, cehennemliği göre de Cennet bir eziyet makamı olabilir" diye belirtiyor.
Yani aslında Allah'ın kimseye eziyet etmeyeceğinden bahsediyor: "Çünkü zaten eziyet dediğin şey, kendinden kendine olur. O zaman diyor, tek bir varlık var, başka hiçbir varlık yok ve bu eziyet dolayısıyla kendinden kendine olur. Bu da eziyet değildir, kişinin yaratılış gayesi öyledir, fıtratı öyledir, yani Esma terkibi öyledir." Kitapta buna benzer alışık olduğumuz inançlarımızın ötesinde hikmetli sözlere tanık oluyorsunuz. Şaşırtıcı mı? Hayır, kolaylıkla özümsedim ve idrak ettim mi? Hayır; ama gönlüme sorduğumda, "itiraz etmedi."
Esma terkibi dediğimiz şey nedir? Allah'ın isimleri vardır ve bu Allah'ın isimleri Kur'an-ı Kerim'de 99 tane geçer. Aslında sonsuzdur, insan dediğimiz şey, insân-ı kâmil'dir. Tüm insanların hepsinde bir insan-i kâmil potansiyeli var; ama insanı kâmil dediğimiz şey Allah'ın tüm isimlerini açığa çıkartabiliyor olmaktır. Aslında kelimeye döktüğünüz zaman hani Allah'la bir olmak, ondan gayr olmamak, ondan görmek gibidir. O zaman sanki Allah mı oluyor gibi algılanıyor; ama öyle değil. Allah olmuyor; ama O'ndan gayrı da olmuyor. Yani o bir mertebe belki "Ene'l-Hakk" muhabbeti de olabilir; belli bir seviyenin üzerinde o noktada görebilir ama o da "Ene'l-Hakk" söylemez. O seviyede olan söylemez, onu söyleyenin bir manası yoktur.
Şimdi kitapta işaretlediğim bir diğer başka bir noktaya geçelim: Hakkın dışında kalan Âlemler ve içindeki varlıkların tümü Hakk'a göre bir şahsın gölgesine benzer. Şu hâlde sonradan yaratılanlar, yani Allah'ın dışında kalan her şey, Allah'ın gölgesidir ve bu tüm Âlem için geçerlidir. Çünkü gölge hiç kuşkusuz hisle görünüp algılanan bir şeydir; ama gölgenin görünmesi ancak gölgenin üzerine düştüğü yer bulunursa anlaşılır. Eğer bu gölge görünmek için üstüne düşeceği bir yer bulamasaydı; ama gölgenin sahibi olan kişi de açığa çıkmamış gizli bir kuvvet olarak kalırdı; böyle bir gölge de ancak akılla algılanabilir.
Şu hâlde "Âlem ismini verdiğimiz Allah'ın gölgesinin düştüğü yer, yine Âlemdir, yaratılmış varlıklardır. Dolayısıyla Allah'ın gölgesi; varlıkların üzerine düşen gölge ile algılanır. Bu algı da onun "Ya Nur" ismiyle ışık kaynağı ile gerçekleşir. Yani bir gölgedir O, kendisi değildir; ama varlığının bir kanıtıdır ve varlığının oluşturduğu bir gerçekliktir.
Dolayısıyla aslında sırrı açıklamak değil de sırrı sizin idrak etmenizle ilgili bir mesaj var eserde. Yani sırrıveremez dediğimiz şey, sırrı sizin zihninize, kalbinize yerleştiremez, sadece onunla alakalı ipucu vermek durumundalar. Çünkü sırlar; Resullere, Nebilere kendi özlerinden gelir ve onlara vahiy olarak iner ve sonra beyinlerinde açığa çıkar. Sırrı bizimle paylaşıyor ve peki sonra ne oluyor? Yansıması oluyor mu? Bunu içinizde yaşarsanız, sırrı algılamış olursunuz.
Gelelim iyi ve kötüye. İnsanlar genelde iyi ve kötüyü görür; ama bazen az da olsa iyinin içinde kötüyü kötünün içinde de iyiyi, bilgisiyle seçip görebilen insanlar da vardır. Bu bilgi ve anlayış varlıkta çirkin ve kötünün görünmesini engeller. Buna rağmen kötü ve çirkinin yok edilmesi doğru değildir. Çünkü güzelde de çirkinde de Allah'ın rahmeti vardır. Çirkin güzele göre çirkindir, güzel de çirkine göre güzeldir.
"Şu hâlde varlıkta çirkin olmayan bir şey olmadığı gibi güzel olmayan da hiçbir şey yoktur" der Muhyiddin İbnü'l-Arabî. Şimdi burada sizlerin aklına birçok çelişki geliyor olabilir; yani sınav niye var, imtihan niye var, kaderde her şey yazıldıysa, biz niye varız? Bunlara da bir miktar değiniyor ama özetle şunu diyor: Kur'an'da da bununla alakalı ayet yok; ama hadis var: Sizler yaratılmış olduğunuz gaye doğrultusunda hareket edersiniz; bunun dışında bir şey yapamazsınız.
Esma terkibi nedir? Yaratılmış olduğunuz Esma terkibi, neye el veriyorsa siz zaten onu yaparsınız. Onun dışında bir şey yapamazsınız. Bunun dışına, içerideki seyretme kapasitesine sahip olanlara aslında bir seyir zevki verirsiniz. Ama günün sonunda hani bir şeye eziyet etmek veya iyilik yapmak kendinden kendine tek bir varlıktan bahsediyoruz. Muhyiddin İbnü'l-Arabî öyle diyor; tek bir varlık var, ama bu panteizmle eşleşmiyor, tam aynı değil. Onun itirazları var yani panteizm değil bu her şey hiçbir şey. Allah'tan gayri değil ama hiçbir şey de O değil.
Hani Rabbin meleklere, "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" demişti. Onlar, "Biz seni övgü ile tesbih ederken ve senin kutsallığını dile getirip dururken orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?" dediler. Allah "Şüphe yok ki, ben sizin bilmediklerinizi bilirim" buyurdu. Bunun üzerine melekler, Âdem'e secde etti. Meleklerin Esma terkibinin sonsuz olmaması, belli başlı görevleri olması, o esma terkipleri dışına çıkamamalarıdır. Ama İnsan-ı Kâmil potansiyeli, bütün esma terkipleri açığa çıkartabilecek kabiliyete sahiptir.
Tasavvufa göre her şey kendi seviyesine geri döner. Özler, bizim orijinal karakterlerimizdir. Eğilimlerimiz, doğamız, ya da yaratılışımız da diyebiliriz. Dolayısıyla çok kişiseldirler. Buna tasavvufta istidat veya fıtrat adı verilir. İbn Arabi, ayan-ı sabite olarak isimlendiriyor.
Herkes kendi mizaç, meşreb ve yaratılışına (şakiletihi), benimsediği hayat tarzına göre, bilinçli, amaçla örtüşen niyete dayalı ameller işleyerek bir ömür geçirir... (İsra Süresi-84. Ayet)
Âyetin ilk kelimesi, "ala şakiletihi"dir. Bu, herkesin bir karakteri olduğu anlamına gelir. Bu karakterin temeli Allah bilincidir. Herkes kendi fıtratı ne olursa olsun orada duruyor, bu eğilimin ve kişiliğinin gerektirdiği şekilde davranıyor. "İnsan yedisinde neyse yetmişinde de odur", halk arasında yaygın bir ifadedir. Bu, insanda sürekli bir şeyin olduğunu göstermek içindir. Bu nedenle, her şey aynı kalıyor; çünkü bu doğuştan gelen eğilimlerimiz veya karakterimizdir.
Değişen şeyler olsa da kazandıklarımız var: Örneğin, toplum ve ailemiz bize davranış modelleri dayatabilir. Kimse vurdumduymaz, güvensiz ve sevgisiz değildir. Bu nedenle bize sonradan yapışmıştır. Doğal ve güzel olanla değiştirilebilir. Özler tertemiz ve mükemmeldir.
Her birimizin yaratılışı benzersiz ve mükemmeldir. Bize düşen görev, özgün, saf ve has olan öz karakterimizin gereğince yaşamak ve keşfetmek. Başka bir deyişle, bir insanı mutlu veya bedbaht eden şey yaratıldığı karakter değil, yaptığı seçimlerdir. Tasavvufi inanışa göre, her karakterin sonsuz huzura ulaşabilmesi için evrensel gerçeklere uygun, faziletli ve dürüst seçimler yapması yeterlidir.
Yaşam akıp giderken, ruhumuz yazgısını gerçekleştirmek için yolculuğuna devam eder. Kader önümüze kapılar açar, biz ne kadar dirensekte İlahi plan kaderimize yön vermeye devam eder. Bu süreçte yaşadığımız kabulün huzur veya direnmenin getirdiği öfke bizim seçimimizdir.
Günümüz İnsanına Fususu'l-Hikem
Muhyiddin İbn Arabi
Haz. Hamza Kılıç
İnsan Yayınları
336 Sayfa
Kaynakça
1 Tasavvuf felsefesinde Allah'ın zatı (cevher)ve sıfatları (araz) bir bütündür. Allah, Mutlak Varlıktır. Tüm yaratılmış varlıklar Mutlak Varlık ile birlikte ve bütünlükte değerlendirilmektedir.
2 Allah ve kâinâtın bir ve aynı şey olduğunu kabul eden görüş: Batı düşüncesinde tabiatçılığın gelişmesinde büyük bir âmil olan panteizm vahdet-i vücuttan çok ayrıdır.
3 Tasavvuf | İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü'l-Arabî Özel Sayısı-1)
4 Vefa Taşdelen, Felsefe Kültürü, Hece Yayınları, Ankara, Mart 2015,
Yazar: Elif MERT - Yayın Tarihi: 10.06.2024 09:00 - Güncelleme Tarihi: 29.05.2024 15:24
Gönlünüzün hakikat, kaleminizin hikmet arayışı daim olsun Elif Hanım. İçimize gözgü tutan güzel bir yazı olmuş.
Çok teşekkür ederim Hayrettin Bey. Hakikat ve hikmet arayışı dileklerinizi kalbime ve başımın üstüne koydum, aldım ve kabul ettim.