Post-modern Dünyada Din ve Aile, Düşünce, Misafir Köşesi

Post-modern Dünyada Din ve Aile yazısını ve Misafir Köşesi yazarına ait tüm yazıları Kitaphaber.com.tr sitemizden okuyabilirsiniz.

Post-modern Dünyada Din ve Aile

15.04.2025 09:00 - Misafir Köşesi
Post-modern Dünyada Din ve Aile

Abdurrahman YALÇİ yazdı...

Günümüzde birey ile toplum arasındaki gerilim alanları artmış durumda. Sorumlulukların esnetilen, hatta belirsiz kılınan sınırları; yakın gelecek için felaket senaryolarının yazılmasına yol açıyor. Toplumun nimetlerinden faydalanan bireyin topluma karşı yükümlülükleri özgürlüğün konusu haline geldi. Peki nerde başlar birey, toplum nerde biter? Yoksa kolektif bilinç denen o "mai deniz"de mahkûm muyuz?

Hayat, insan için anlam ile kaim. Herkes bir anlam arayışında olmasa da, herkes için bir anlamlandırma söz konusu. Böylece kendi pencerelerimizi boyuyor ve oradan kendimize, kapladığımız alana, temas ettiğimiz her şeye bakıyoruz. Dinin sunduğu zemin, anlamlandırma noktasında güçlü bir dayanak noktası olarak karşımıza çıkıyor. Tanımlanmış sınırlar, sorumluluğu kişiliğin bir parçasına dönüştürüyor. Kimliğe bağlı rollerin dini örtüsü, işlevsel akışın devamlılığını sağlıyor ve dolayısıyla bir insani birlikteliği mümkün kılıyor.

Dinin daha önce koruyucu bir kalkan görevi gördüğü kimlikler, dinin toplumsal etkisi azaldıkça zayıflama belirtileri göstermeye başladı. Bu kimlikler güçlü kalmak yerine, bireysel tercihlerin etkisi altında parçalanmaya başladı. Birey "güçlü" imajı ile belirsiz bir olasılıklar denizine çekilirken, hak ve haz arasındaki uçurum derinleşti. O belirsizlikte farklı yükümlülükler ile tanımlanmış her türlü biricik kişilikler, haz üzerinden eşitlendi. Sonuç olarak, toplumsal ve etik değerlerin aşınması bireyin yalnızlaşmasına yol açarken, aidiyet duygusunun şekillenmesinde en önemli unsurlar olan aile ve dinin rolü sorgulanır hale gelmiştir.

Aile ve din, tıpkı devlet gibi, belirli bir toplumun üç temel direğinden biri olarak kabul edilir. Bu üç unsur arasındaki etkileşim, yalnızca toplumsal yapının doğasını değil, aynı zamanda bireylerin kimlik algısını ve yaşam tarzlarını da şekillendirmekte. Aile ve dinin zayıflaması, hem bireysel hem de toplumsal kimliklerin çözülmesiyle sonuçlanabilir ve bu süreç toplumların tarihsel sürekliliğini tehlikeye atma potansiyeline sahip. Kimliğin erozyona uğraması, sonsuz olasılıklarıyla birlikte, aile kavramını esasen ortadan kaldırarak bireyin aidiyet duygusunu zayıflatıyor. Post-modern dünyada kimliğin yeniden inşası, aile kurumunu şekillendiren temel rollerde derin bir dönüşüm yaratmış, özellikle anne ve baba kimlikleri bundan etkilenmiştir. Ebeveynlik sadece biyolojik bir gerçeklik olarak değil, aynı zamanda toplumsal bir işlev olarak da tartışmaya açılmıştır.

Post-modern kimlik pazarında bireye yüklenen inşa yükümlülüğü, verili tüm kimliklere karşı peşin bir yargıyı dayatıyor: zayıflık. Sürekli bir inşa ile her anlamıyla kimliğin yeniden yapılandırılması gerekiyor. Böylece dini ve kültürel aktarımlar sekteye uğramakta. Bu dayatmanın en çok köpürtülen yönlerinden biri, cinsel kimliklerin bireysel tercih konusu haline gelmesi. Demografik yapıyı derinden etkileyen bu durum ailenin çözülmesine yol açmakta. Arzunun egemenliğinde edinilmiş olanın kutsallığı, verili olanı lanetleyen bir görünüm kazanmakta. Lanet için esas olan tercih meselesi. Tercihte bulunacak akıl ise her türlü bilimsel imkân ile donatılmış bir profesyonellikle manipüle edilmekte. Aklın beslendiği topraklar, post-modern ahlak ile çoraklaşmış, hazla sulanan topraklar. Bir eylemin en güçlü meşrulaştırıcı ölçütü, istiyor olmak. Olur, o da olur, bu da olur. Arzu, her anlamıyla bireyin mutlak düzenleyicisi şeklinde işlev görüyor. Mutluluk artık benle ilgili. Benim kararım, benim çıkarım, benim duygularım… Ben, post-modern panteonda biricik yetkili tanrı, onun onayı tek meşrulaştırıcı güç. Her şey ona hizmet edebildiği oranda değerli.

Bireysel kimlik inşasında arzunun baskın hale gelmesi, toplumsal aidiyet duygusunu zayıflatarak toplumun temel kurumlarının altını oyan ve nihayetinde kimliksizlik sorununa yol açan bir etkiye sahiptir. Bu kimlik erozyonu, bireylerin değerlerden ve ortak bir anlam dünyasından uzaklaşmasına neden olarak toplumsal çözülmeyi hızlandırır. Toplumsal dayanışmanın ve birlik ruhunun korunması için aile sadece biyolojik bir birliktelik olarak değil, aynı zamanda kültürel, ahlaki ve sosyal değerlerin bir nesilden diğerine aktarıldığı bir yapı olarak görülmelidir. Güçlü bir toplumun ufku ancak dinin koruyuculuğunda aile çatısı altında görülebilir. Ancak bu birliktelik ile aile bireyi "heva ve heveslerin" geçici ve yüzeysel çekiciliğinden korur ve ona köklü bir kimlik ve aidiyet duygusu verir. Ancak günümüz dünyasının bireyselleşme eğilimleri, sekülerleşme süreci ve değişen toplumsal dinamikler, aile kurumunun bu rolünü nasıl sürdürebileceği konusunda önemli tartışmalara yol açmaktadır. Bu noktada, geleneksel değerler ile çağdaş yaşam tarzları arasındaki dengenin nasıl sağlanacağı sorusu, üzerinde durulması gereken kritik bir konu olarak ortaya çıkmaktadır.

Genelde dinlerin, bilhassa İslam'ın bireyi aileye ve topluma çağıran pratikleri, hak ve haz alanları için dengeli bir alan belirlemektedir. İslam, bireyin ötesine geçerek ailevi ve toplumsal yükümlülükleri de kapsayacak şekilde anlaşılan bireysel sorumluluk kavramına önemli bir vurgu yapar. Bu kavrama, bireysel haklar ve kolektif sorumluluklar arasında dengeli bir alanın oluşturulması eşlik etmekte, böylece birey ve kolektif arasında uyumlu bir denge teşvik edilmektedir. İslami uygulamalar, diğerkâmlık vurgusuyla sosyal bağların güçlendirilmesini hedeflemektedir. İslami paradigma, aile birimi içinde paylaşımın, dayanışmanın ve sosyal etkileşimlerde adaletin önemini ön plana çıkarır. Bu çerçeve, birey ve toplum arasında simbiyotik bir ilişkiyi teşvik eder; bireyler arzularını dizginlemeye ve kolektif yükümlülüklere uygun yaşamaya teşvik edilir, böylece bireysel haklar ve kolektif sorumluluklardan oluşan hassas bir denge ile uyumlu bir birliktelik sağlanır.

Karamazov Kardeşler'de yankısını bulduğu şekliyle; herkes herkesten sorumludur. Haklar hazza indirgenemeyeceğinden insan tabiatını meydana getiren her his, ideal bir çerçevede değerlendirilmelidir. Çünkü insani yaşam, bir sorumluluk bilincidir. Kolektif sorumluluk kavramı, bireylerin yalnızca kendi varoluşlarıyla değil, aynı zamanda çevrelerindekilerin varoluşlarıyla da bağlı oldukları fikrine dayanır. Bu kolektif sorumluluk, toplumsal düzenin korunmasında ve bireyin ahlaki gelişiminde çok önemli bir unsur teşkil eder. Dolayısıyla haklar salt bireysel zevklere indirgenemez; insan doğasının her yönü yalnızca bireysel çıkarlar çerçevesinde ele alındığında eksik ve yüzeysel kalır. İnsani duygular, eğilimler ve ilkeler, bütüncül bir ahlak anlayışını kapsayan ideal bir paradigma içinde değerlendirilmelidir. İnsanın varoluşu yalnızca biyolojik bir süreç değil, aynı zamanda bireyi kişisel çıkar sınırlarının ötesine, başkalarının refahının bilincine doğru iten derin bir sorumluluk bilincidir. Sonuç olarak, etik bir yaşam, kişinin kendisine ve başkalarına karşı taşıdığı sorumluluklarla anlam kazanır.


Yazar: Misafir Köşesi - Yayın Tarihi: 15.04.2025 09:00 - Güncelleme Tarihi: 25.03.2025 11:51
938

Misafir Köşesi Hakkında

Misafir Köşesi

Kitaphaber ailesine misafir olmuş konuk yazarların yazılarını bu profilde bulabilirsiniz.

Misafir Köşesi ismine kayıtlı 1211 yazı bulunmaktadır.