Şairler Geçidi: Halit Yıldırım ile Konuştuk
Kendinizi nasıl tanımlarsınız?
Kendimi kısaca "Hüzünbaz bir şair" olarak tanımlayabilirim.
Şiir yazma biçiminizi anlatır mısınız? Şiirin mutfağı sizde nasıldır?
Valery'nin "İlk mısra Tanrı vergisi, sonrası çalışma," dediği gibi şiiri ateşleyecek ilk kıvılcım; bazen bir tek kelime, bazen bir mısra, bazen de bir duygu biçiminde ilham olarak doğar gönlüme. Eğer ortam uygun ise yani beni rahatsız etmeyecek, etkilemeyecek bir durum yoksa ve yazacak bir kalem ve defterim varsa bu kelimeyi, mısraı veya o an gelen mısraları hemen olduğu gibi yazıya dökerim. Gerçi artık hayatımızın bir parçası hâline gelen cep telefonlarının not defteri uygulamaları ya da ses kayıt bölümü de bu konuda yardımcımız oluyor.
Bu not alınan kelime ya da mısralar kafamda sürekli dönüp durur. Sanki kalbime bir kıymık batmıştır ve ben onu çekip çıkarmadıkça yani yazmadan rahat edemem. İşte bu aşamada özellikle de gece vakti el ayak çekilince bu ham şiir malzemesini işleyerek bir metin hâline dönüştürürüm. Artık şiir için son safha olan dem vakti başlamıştır. Bazen üç gün, bir ay, bazen bir yıl, hatta birkaç yıl sonra yeniden ele alırım şiir metnini…
Hece şiirlerinde teknik yönden bir sıkıntı görünmüyorsa anlam yönünden belki ufak tefek müdahalelerim olur. Ara sıra denediğim aruz şiirlerimde ise yazılma süreci biraz daha uzayabilir. Ancak serbest şiir beni daha çok meşgul eder. Dem safhasından sonra şiiri tekrar ele alıp gözüme, kulağıma, gönlüme takılan yerleri siler, başka bir kelime ile değiştirerek aslında şiiri yeniden yazarım. Bu hâli bir heykeltıraşın eline külüngü alıp yaptığı suretteki fazlalıkları tıraş etmesine benzetiyorum. Şiirim yayınlansa da her okuduğumda tekrar müdahalelerde bulunmadan edemem. O yüzden bir şiirimi elimden kurtarmak için sanırım benim darı bekaya göçmem gerekir diye aklıma gelmiyor değil hani…
Günümüz şiirlerinin sorunları nelerdir? Çözüm ne olabilir? Şiirimizin bugünkü durumu hakkında neler dersiniz?
Günümüz şiirinde maalesef bir kimlik sorunu var. Şiirler birbirlerine o kadar benziyor ki şiirin kime ait olduğunu ayırt etmekte zorlanıyoruz. Oysa eski ustaları okuduğumuzda "bu şiir falan şairin olabilir" diyebiliyorduk. Şairlerimiz kendilerine has bir ses ve üslup geliştiremedikleri için bu sorun var diye düşünüyorum. Çözümü kendi sesimizi ve üslubumuzu bulmak. Bunun için de çok okumak, çok çalışmak.
İkinci sorun, şairler kendilerinden başka şairleri okumuyorlar. Birçok şair ve yazar o dergide kendi yazısından başka hiç kimsenin yazısını okumuyor. Benden önceki sayfada kim var, benden sonra kimin yazısı var merak bile etmiyor. Bu kadar şairin olduğu bir ülkede şiir kitaplarının satılmamasının sebebi de budur bence. Birkaç kült eser dışında "acaba günümüz şiiri nereye gidiyor, ben nerede duruyorum" gibi sualler neredeyse hiç zihnimizi meşgul etmiyor. Oysa iyi bir şair olmak için hem geleneği hem de günümüz şiir anlayışını bilmek lazım. Bu da yine okumaktan geçer. Poetik metinler ve şiir tahlilleri iyi okunmalı. Bu alt bilgiyi sağladıktan sonra farklı şairleri okuyup üzerinde düşünülmelidir. Hasbelkader bazı dergilerde editörlük ve yayın yönetmenliği yaptığım için biliyorum.
Üçüncü sorun olarak, ben şiirimizde bir özgüven sorunu olduğunu da düşünüyorum. Şiir öldü gibi klişeleşmiş sözler maalesef bir virüs gibi edebiyatımızı sarmış durumda. Oysa sözün bitmediği yerde yazı bitmez. Yazının içine şiiri, hikâyeyi, romanı, denemeyi de koyabilirsiniz. Şair, kendi yazdığından emin ise biraz da cesur olmalı…
Benim rahatsız olduğum bir diğer durum da günümüz şiirinde bir anlamsızlık özentisi var, dahası muhalin şiiri yazılmaya çalışılıyor. Gelişigüzel bir imge avcılığı ile orijinal bir söylemin yakalanacağı vehmine düşülüyor. Her şair kendisine kelimelerden, mecazlardan, imgelerden ayağı yere basan bir anlam dünyası kurabilir. Elbette şiir, müstetir ve yoğun bir anlatımdır. Lakin bunu yaparken de özentiden, abartıdan ve yapmacıklıktan kaçınılmalıdır. Kelimelerin de mahdut olduğunu bilmeli ve bizi kendimizi tekrara düşürecek tuzaklara düşmemeliyiz. Sadece imgeye hapsedilen bir şiir solunum cihazına bağlı bir hasta gibidir, cihaz durduğunda hasta ölecektir. Oysa şiir suni teneffüsle yaşayamaz.
Bir de şiir alanında bir tekelleşme varmış gibi geliyor bana. Şiir şeyhleri ve onların etraflarında şiir cemaatleri oluşmuş da kendilerinden olmayanı ve tanımadıklarını ağzıyla kuş tutsa aralarına almıyorlar gibi bir serzenişi sıklıkla duymaya başladık. Bu konuda bazı dergilerde bunu görmek mümkün diyenler var. Şiir editörleri eğer biraz daha hem tarz olarak hem de kişi bazında tutucu olmasalar sanırım dergilerin şiir sayfaları daha da renklenir ve bu sorun çözülür.
Son olarak edebiyatın bütün şubelerinde olduğu gibi maalesef eleştiri kültürü ve eleştirmen azlığı da diğer bir sorun. Eleştiri denilince iki şey akla geliyor, ya şairi infaz etmek ya da onu parlatmak. Orta yolu bulamadık. Tabi eleştiriye tahammülümüz de olmadığı için bu kültür bir türlü oluşamadı.
Dergi takip ediyor musunuz? Hangi dergilerde yazdınız/yazıyorsunuz? Dergilerdeki şiirler üzerine neler söylersiniz?
Dergiler edebiyatımızın otobanları hatta kılcal damarları gibidir. Edebiyatımızı diri tutan, canlı hâle sokan dergilerdir. Onlar ayrı birer ocak, ayrı birer mekteptir. Bu yüzden dergisiz bir edebiyatı düşünemiyorum. Ben Gülpınar Dergisi ile başladım ilk kez 90'lı yıllarda. Sonra aşkın E Hali dergisinde uzun yıllar yazdım. Edebiyat Bülteni, Künye ve Edebiyat ve Sanat Akademisi gibi dergileri yönettim. Şu an İstanbul Bir Nokta, Edebiyat Ortamı, Şehir Defteri, Bizim Külliye, Açıkkara, Hece Taşları, Kültür Ajanda, Güneysu, Dil ve Edebiyat, Hayal Bilgisi ve Gergef gibi dergilerde yazmaya çalışıyorum. Bu dergiler ile birlikte Hece, Yediiklim, Ay Vakti gibi dergileri de takip etmeye çalışıyorum. Her ne kadar dergiler de biraz eleştirilse de şahsen ben günümüz şiirini ve şiir anlayışını ancak dergilerden takip edebiliyorum.
Hikâye / öykü türü günümüzün popüler edebiyat türleri arasında. Şiire ilginin az olduğunu düşünüyor musunuz? Evet ise neden?
Şiir en başta oluşumu en sancılı olan ve en zor üretilen bir tür. Üst bir dilin mahsulü. Bu yüzden beğenilmesi en güç olan tür. Bir şeyler anlatmak derdinde olanlar için hikâye ve roman daha kolay ve geniş bir alan imkânı var. Bu da şiire ilgiyi azaltıyor. Şiire ilginin az gibi görünmesinin bir diğer nedeni de yayınevlerinin şiir kitaplarını basarken nazlı olmaları. Onlar olaya arz talep zaviyesinden ve tamamen duygusal olarak bakıyorlar. Şairler de birbirlerini okumayınca şiir en çok yazılan ama en az okunan bir tür olmak durumda kalıyor. Bunun yanında hikâye ve roman kitapları çok satılıyor. Hikâyeci ve romanlar birbirlerini şairlere nazaran daha çok okuyorlar. İnsanlar da bu kitaplarla kendilerini yoğun ve kasvetli olan gündemden kurtarmaya çalışıyorlar. Bir macera ve aksiyon romanı okumak daha cazip geliyor onlara. Şiir yazıldığı gibi okunması da zor olan bir tür. Felsefesi, tefekkürü ve zahiri anlamının yanında deruni bir tarafı olan tür. Üzerinde düşünmeden, anlamlandırmadan okunup geçilmiyor. Günümüz insanı ise düşünmeyi sevmiyor. Felsefi, hikemi hikâye ve romanları da sıkıcı buluyor. Okuyormuş gibi yapmak okumak değil. Sanırım nitelikli okuma hususunda da çok eksikliğimiz var.
Şiir sadece bireysel bir düşünüşün eseri mi yoksa toplumsal olay ve olgular da aynı oranda etkili midir?
Malumunuz "El mana fi batnı-ş şair" diye bir söz var. Şiirin gerçek anlamı şairinin karnında ya da gönlündedir. Buradan yola çıkarsak şiir önce yazan şairin eseridir ve ferdidir. Lakin şiir şairden çıkınca topluma mal oluyor. Bu yüzden bir şair sadece kendi ekseninde şiir üretmemelidir. Şairin içinde yaşadığı topluma karşı da bir sözü olmalıdır. Kalıcı olmanın yolu da buradan geçer bence. Bu durum diğer türler için de geçerlidir. Toplumu ilgilendiren konularda yazılan her metin daha çok okur tarafından kabul görecektir.
Şiiri ortaya çıkartan koşullara ek olarak neler söyleyebilirsiniz?
Şiir şairde başlar ve ona bu ilhamı veren yaratıca kadar uzanır. Bu yönüyle maddeden manaya bir yolculuğu vardır şiirin. Şiir, sadece madde planında kaldığında saman alevi gibi parlar ama akabinde kaybolup gider. O yüzden günlük zahiri hayhuyların, sıkıntıların, sevinçlerin yanında bir de mana yönü olmalı şiirin. Şiir, okuyanın gönlüne hitap edebilmelidir. Sadece nefsani duygulara değil rahmani duygulara da hitap edebilmelidir. İnsanın dünya serüveni ve ahiret yolculuğu, imtihanı, yaratılış gayesi de şiirin membaı olmalıdır.
Şiir ve şuur arasında birbirini etkileyen ya da tetikleyen bir ilgiden söz edebilir miyiz? Toplumun akıbeti açısından şiiri değerlendirmek mümkün müdür?
Şuur; şiirin dümeni, pusulasıdır. Şuur ise aklın ve kalbin birlikteliğinden ortaya çıkan bir hayat dengesidir. Şiir de insana has olan duygu ve düşüncelerin kelimeler vasıtasıyla yine başka insanlara anlatılmasıdır. Şiir, bir nevi şair tarafından gönüllere tutulan bir ayna gibidir.
Şiirin oluşumda gönülde hissedilenin beyin süzgecinden geçip lafza dönüşümü süreci yaşanır. Gönülden beyne gelen kanallar iptal edilir ve sadece aklın tahakkümüyle bir şiir yazılırsa bu şiir, matematik bir diziden öteye geçemeyen harfler ve kelimeler manzumesinden ibaret olur. Ruhsuz bir et kemik yığını… Bu manzume yapay çiçekler gibi sahte, tadı, kokusu olmayan bir suniliğe mahkûmdur. Oysa işin içine gönül de girince işin rengi değişir. İki taraf birden atağa kalkınca bir denge aranır. Bir ahenk aranır ki bu da ancak şuurla mümkün… Şuur hâlinde ortaya çıkan şiir sunilikten sıyrılarak hakikat ve hikmet kokar.
Sorunun ikinci kısmına geldiğimizde cevabımız evet olacaktır. Şiir, bir dil işçiliğidir. Dil olmadan şiir olmaz. Ancak dil ise bir medeniyet ürünüdür. Günlük iletişim ihtiyaçlarının dışına çıkamayan bir dil ile bir medeniyet inşa edilebilir mi? Elbette ki hayır. Böyle kısır bir dil ile edebiyat da inşa edilemez. Dil ile olan bu ilişkiden yola çıkılarak bir toplumun akıbetini de tahmin etmek elbette güç olmayacaktır. Dil, bir toplumu millet yapan ve onu ayakta tutan en temel unsurdur. Ayrıca geçmişle bu günü birbirine bağlayan ve geleceğe taşıyan en önemli araçtır. Dil açısından geçmişle irtibatınız kopmuş ise yaşanmış tecrübelerden bîhabersiniz demektir. Aynı zamanda nesiller arasında bir çatışma yaşıyorsunuzdur da. Böyle bir araç sizi istikbale nasıl taşısın? Tekeri patlamış bir araba veya kanadı kopmuş bir uçak gibi…
Şiirin metropol ya da taşra ile bağı nedir? "Büyük şiir büyük şehirlerde mi yazılır"?
Soruya mekân penceresinden değinmek isterim. Bana göre her mekân kendi şiirini yazdırır. Benim anlam dünyamda metropol ve kent birbirine yakın kavramlardır. Şehri bu ikisinden ayrı tutarım. Kent veya metropol daha çok madde planında ihtiyaçların karşılandığı, aklın ve midenin öncelendiği mekânlardır. Burada yazılan şiir de bence madde planında kalmaya mahkûmdur. Ancak şehir denilince insanı merkeze alan mekândır. Şehirde gönül ve akıl, bir denge halinde kendini yazdıracaktır. Hikmet ve hakikat kokacaktır. İşte gönüle ve akla birlikte hitap eden mekânın şiiri de büyük olacaktır. Taşra meselesini bu çerçeveden değerlendirmek gerekir. Oysa bugün merkezin dışında kalan herkes taşralıdır, biraz horlanır. Edebiyata da o gözle bakılır. Ne ilginçtir değil mi merkezin dışında taşrada edebiyat üretirken bu ayrımı eleştiren birçok edip, merkeze taşınınca bir anda şehirli havalarına bürünüp taşraya burun bükebiliyor. Taşra ile merkez kıyaslamasında günümüz için pek de büyük uçurumların olmadığını belirterek iletişim imkânlarının da bu denli kolay olması nedeniyle taşrada da çok güçlü edebi eserler üretileceğini düşünüyorum. Kıymet bilinmesi ve takdir görmesi meselesini bunun dışında tutuyorum.
Şiirde kuşak kavramı üzerine değerlendirme yapmak ister misiniz? Bu konuda neler söylersiniz?
Her devrin kendine özgü bir sanat ve şiir anlayışı vardır. Divan şiiri ile aynı dönemdeki halk şiirinin kendine özgü anlayışı vardı. Sonrasında gelen kuşak aruz - hece tartışmaları yanında vezinli - serbest şiir tartışmalarını hatta kafiyenin göze mi kulağa mı hitap edeceğini tartıştı. Arkasından heceye millilik vasfı veren bir kuşak geldi. Folklorun şiiri öldürdüğü tartışıldı. Garipçiler ve İkinci Yeni derken bu günlere geldik. Yarın neler olacak bilinmez. Bizim sorunumuz geçmiş ile dil açısından anlaşmakta zorlanmamızdır. Dil ile o kadar oynandı ki kuşaklar arasındaki mesafeler büyüdü. Oysa her kuşak farklı anlayışları temsil etse de kör de olsa topal da olsa bizim şiirimizi oluşturdu. Batı özentisi bizi biz olmaktan da uzaklaştırdığı için arafta kalmış bir neslin şiiri de arafta kaldı… Şiirin merkezine insanı koyduğunuzda, kendimizi koyduğumuzda ve dilimizi hastalıklarından kurtardığımızda kendi şiirimizi de kuşak çatışmasından kurtarabiliriz.
Şiir eleştirisi var mı günümüzde? Bir şiir eleştirisi nasıl olmalıdır? Bu alanda dikkatinizi çeken isimler kimler?
Şiir eleştirisi konusunda bir hayli zayıfız gibi. Geçmişte Nurullah Ataç, Necip Fazıl, Peyami Safa gibi isimler, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Mehmet Kaplan gibi isimler vardı. Daha öncede belirttiğim gibi bu konuda çok iyimser değilim. İnfaz amaçlı eleştiri insaftan yoksun iken reklam amaçlı eleştiri de inandırıcılıktan uzaktır. Bunun yanında iyi niyetli olarak bir şair ve şiirleri hakkında değerlendirmeler yapan, tanıtıma yönelik yazılar da mevcut. Bunlar bana daha sıcak geliyor. Bu yönden bakınca aklıma Ali K. Metin, Ethem Erdoğan, İsmail Süphandağlı ve Mustafa Özçelik isimleri geliyor.
Şiir, kurucu bir unsur olarak geçmişten günümüze birçok toplumun duygu ve düşünce bütünlüğü içerisinde hareket etmesini sağlayan bir etkiye sahip tür. Bu bakımdan şiirin kurucu rolü üzerinden kültür ve medeniyet okumaları nasıl yapılabilir?
Şiire, edebiyatın anası gözüyle bakarız. Hatta hikâye yazan birisi olarak şiirle hikâye/öykü arasında bir bağ olduğunu hep düşünmüşümdür. Şiirde de bir hikâye vardır sonuçta. Bunun yanında şiir dili, bu gün denemeyi de öyküyü de romanı da etkilemiş durumda. Bu açıdan bakıldığında söz dönüp dolaşıp dile geliyor. Dil, kültürün de medeniyetin de bir aynası gibi. Güçlü medeniyetin dili de şiiri de farklıdır. Üzerinden asırlar geçmesine rağmen İran'da Hafız diyorsak, biz de Fuzuli diyorsak, Baki diyorsak, Şeyh Galip diyorsak bu şairlerin arkasında güçlü bir kültürel altyapı ve bir medeniyet telakkisi vardır. Bir millet kendi kültürel kodları ile bir medeniyetin inşasında etken rol oynar. Kendinden uzaklaşarak, kendi kültürünü hor görerek, kendi medeniyetine sırt dönerek üreteceği her yazın türü taklit ettiği medeniyetin ve kendisi olmayan yabancı kültürün sığıntı, besleme, suni ve hatta gülünç bir eklentisi olacaktır. Örneğin şiiriniz Türkçe yazılacaktır, hikâyeniz Türkçe yazılacaktır, romanınız Türkçe yazılacaktır ama ne şiiriniz Türk şiiri ne hikâyeniz Türk hikâyesi ne romanınız Türk romanı olacaktır. Bunun yanında diyelim ki özendiğiniz Batı medeniyetinin de romanı ve şiiri olmayacaktır. Bu yol ile evrensel de olamazsınız. Zira kendiniz olmadan evrensel olamazsınız.
Şiirde usta-çırak ilişkisi bağlamında bu ilişkinin eğitim-etki/gölge riski üzerine neler düşünürsünüz?
Şiirde usta-çırak ilişkisini önemsiyorum. Ancak Ernest Hemingway'in "Biz kimsenin usta olamayacağı bir zanaatın çıraklarıyız" sözünü de çok severim. Bir ustanın rahle-i tedrisinden geçmek çok önemli. Bir bilirkişinin yapıcı eleştirileri bizi doğru yola iletecektir. Ancak usta sizi kendisine benzetmeye çalışmayacak. Sizi, kendi çizginiz içerisinde yönlendirecek, kimliğinize müdahale etmeyecek. Hemingway'in sözünü unutmayacak.
Folklor şiire düşman mıydı hâlâ öyle midir?
Geçmişte Cemal Süreya bu hususu gündeme getirdi. O; folklora, halk deyimlerine şiirlerinde fazlasıyla yer veren şairleri kısır bir yolda gördü. Ona göre "folklorun, şiirin bugünkü entelektüel niteliğini taşıyacak kudreti olmadığı gibi halk deyimlerinin havası şiirin kanat çırpmasına imkân vermeyecek kadar dar bir havadır." Ben bu görüşlere kısmen katılmıyorum. Siz ölçüyü kaçırırsanız elbette kısır bir yola girersiniz. Anadolu irfanından beslenmek ile onu olduğu gibi şiire taşımak aynı şeyler değil.
Roman, hikâye/öykü yazarların birbirleriyle çekişmeleri pek gözlemlenen bir durum değilken şairlerin çekişmeleri, Türk edebiyatında en sık rastlanan bir durum olarak görülmektedir. Şiirin ve şairlerin çekişmeleri hakkında neler söylersiniz?
Bu soru bana tebessüm ettirdi. Gözümün önünden bildiğim şair kavgaları bir şerit gibi akıp geçti. Bunların bir kısmı (Akif – Fikret, Payami Safa – Nazım Hikmet, NFK – Nazım Hikmet vs.) ideolojik sebeplerden çıkmıştı. Bir kısmı şahsi kırılganlıklardan (Ahmet Haşim – Yahya Kemal, Can Yücel – Edip Cansever) neş'et etti. Bir kısmı tatlıya bağlandı bir kısmı günümüze taşındı. Özel ve siyasi sebepler şiirin önüne geçince şiir de payını aldı bu kavgalardan. Siyasi ve ideolojik kavgalar devam edecektir. Şahsi kavgalarda. Zira insanda sevgi de var, kıskançlık da. Hasetlik de var gıpta da…
Yazar: Ethem ERDOĞAN - Yayın Tarihi: 27.06.2022 09:00 - Güncelleme Tarihi: 17.06.2022 15:22
Teşekkürler. Halit beyle bir çok konuda aynı düşüncede olduğumuzu gördüm. Selamlarımı gönderiyorum..