Şairlerle Şiir Soruşturması: Ayşe Adem
M. Hüseyin Özer konuştu...
Bize Ayşe Adem'den bahseder misiz?
Merhaba. 10 Aralık 1991'de Gümülcine'de doğdum. Batı Trakya Türklerindenim. Doğduğum topraklardan olsa gerek tarihe fazlaca meraklıyım. Bilenlere ve daha fazlasını merak edenlere Batı Trakya'nın tarihini anlatıyorum. Eskiden, hiç duymamış olanlara ve merak etmeyenlere dahi anlatmaya çalışırdım, fakat artık onlarla ilgilenmiyorum.
Tıbbiyeli şair. Üniversite yıllarımda bu tabir oldukça hoşuma giderdi, şairane bir ifade olarak görürdüm, halen daha öyle görüyorum. Son sınıfı, fırsat buldukça, ev arkadaşıyla sabahlara kadar edebiyat geceleri tertipleyerek geçirmiş biri olmaktan son derece memnunum. Tıp okuyor ve edebiyatla, bilhassa şiirlerle yatıp kalkıyorduk. O günleri çok özledim. Fakültenin bulunduğu şehirde, edebiyat anlamında tüm imkânsızlıklar içinde, birbirimize imkân olmuştuk. Bu fevkalâde güzel bir tevafuktu ve elbette mühim sebepler üzerine halk edilmişti. Son olarak; hiç tanımadığım insanlar -ki bu insanlar halen hayatta da olabilirler, yüzyıllar öncesinde de yaşamış olabilirler-, kitaplar, sanat eserleri ve tabiatla bağ kurmayı seviyorum. İnsanın kendisinden bahsetmesi üzerine düşünüyorum. Cevabı en zor olan soru bu olsa gerek. Oldukça zorlandım.
Şiir ile ünsiyetiniz nasıl gelişti?
Şiir ile ünsiyetimin gelişmesinde ve ilk bağımın oluşmasında Yunus Emre hazretlerinin (k.s.) "Sordum Sarı Çiçeğe" isimli kasidesinin önemi çok büyük.
İçimde hali hazırda var olanı, erken yaşlarda keşfetmemi sağlayan, şiire hızla yaklaştıran ve beni şiirle tanıştıran kişi annem oldu. "Sordum Sarı Çiçeğe" hayatımda karşılaştığım ilk şiir. Bu yüzden şiirin hayatımda, anadilimi edindiğim zaman dilimlerine kadar geriye gittiğini düşünüyorum. Devamında yine annemin söylediği başka başka kasideler ve okuduğu pek çok şiir geliyor. Annemin çok erken yaşlarda, içimdeki şiir sevgisini ve cehdini ortaya çıkararak, kişisel yolculuğuma büyük bir katkı sağladığını düşünüyorum.
Şiir ile yaşadığınız hayat arasındaki ilişkiden biraz bahseder misiniz? Hayatınızdan şiiri çektiğinizde geriye ne kalır?
İlkokulda çok şiirler okur ve ezberlerdim. Şiir ezberlemek en az bir saklambaç oyunu kadar keyif verirdi bana. Anne ve yağmur temalı yazmış olduğum şiirler de yine o döneme denk geliyor. Ortaokul ve lise dönemimde Türk edebiyatının yanında Yunan edebiyatı ve eski Yunan edebiyatını bir arada görmek, içimde var olan müziği farklı enstrümanlarla yeniden yorumlamama vesile oldu. Böylece, sağolsun, her dönem farklı farklı suretlerle tekrar tekrar ortaya çıkan şiir, hayatımdan hiç eksik olmadı. Şiir içinizde akan bir nehir gibidir. Hangi kollardan geldiği ve hangi kollara ayrılacağı kısmen size bağlı olsa da, özünüzde var olanla iç içedir ve çok daha büyük bir nehrin parçasıdır.
Yıllar geçtikçe şiir içimdeki varoluş sancısına ve hakikat arayışına denk geldi ve bu arayışa mekan sundu, çok geniş bir mekan. Şiiri bir başkaldırı biçimi olarak görüyor, Necip Fazıl Kısakürek'in "mutlak hakikati arama işidir" dediği noktadan bakıyorum. Şiir; kutlu bir dava bilinci oluşturma, bu davayı sahiplenme, harekete geçme ve "tohum saçma" olarak karşıma çıkıyor.
Şiiri hayatımdan ancak korneaya yapışmış bir demir parçası gibi kazıyarak çıkartabilirim. Hasar miktarı derinliğine bağlı olarak değişir. Ne derece hasar bırakır bilemem ama elbette izi kalır, puslu görme sebebim olur, bunu yapmak istemem. İnsan çoğu zaman çok acı çekse de hiçbir şey olmamış gibi davranan garip bir varlıktır. Hiçbir şey olmamış gibi hayatıma devam edebilir miydim şu an bunu düşünüyorum. Sanırım edemezdim.
Şiir yazım hayatınızda bir ustanız var mıdır? Var ise kimdir ve katkıları nelerdir?
Şiir yazmak bir yolculuğun başlangıcıysa eğer; bu yolculuktaki ilk durağım, annem. Çocuklar annelerinin göz aydınlığı olabildiği gibi anneler de çocuklarının göz aydınlığı olabilirler. Hayatımda bir göz aydınlığı olarak annemin varlığına ne kadar şükretsem azdır.
Bizim daima pirimiz, büyüğümüz, Türkçemizin büyük atası Yunus Emre'dir (k.s.). Tasavvuf edebiyatında ve Klasik Türk edebiyatında etkilendiğim; usta, üstat ve büyüğüm olarak kabul ettiğim pek çok isim var. Büyük bir nehrin kolları gibi. Öz kaynaktan gelir, kollara ayrılır ve herkes kendi yolundan deryaya dökülerek, orada birleşirler. Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç ve Cahit Zarifoğlu; bu üç isim de hayatımda son derece önemli yer kaplar.
Şiir yazmayı size kimse öğretemez. Zorla güzellik gibidir, olmaz. Öte yandan ustasız da olmaz, şiiriniz tabiri caizse kemâle ermez. Ustanız, dilinden anladığınız vakit -şayet o dil sizde çözüldüyse- bir kuş da olabilir bir ağaç, bir çiçek de. Lâkin ustasız olmaz. Şiirde ne yapmanız gerektiğini; şiir görgüsü kazanarak, ciddi okumalar yaparak, bilinçli bir şiir tavrı geliştirerek, kendi şiirinizi ve etki alanınızı başka şiirlere açarak ya da tam tersi kapatarak, yolunuzu kendiniz bulursunuz. Klasik Türk Şiiri'nden Modern Türk Şiiri'ne değin uğramanız gereken menziller vardır. Gerçek bir usta; tek başına yürüdüğünüz bu yolda, ihtiyacınız olduğu vakit yolunuzu aydınlatan bir ışık, yönünüzü kaybettiğinizde pusulanız olur. Nasıl yazmanız, ne şekilde yazmanız gerektiğini öğreten değil, nasıl yazmamanız gerektiğine dikkat çeken kişidir. Hatalarınızı gösteren bir ayna misali. Sizi daima taklitten uzak tutan, alıkoyandır. Sizinle aynı dönemde yaşayan, şu an hayatta olan bir ustanız varsa çok şanslısınız demektir. Benim için bu usta Ali Ayçil'dir.
Şiir, şuur ve şiar üçlemesine bakış açınızı anlatır mısınız?
Şuur ve şiar birlikte, aile içinde temelleri atılan iki kavramdır. Sonradan da gelişebilir, geliştirilebilirler elbette ama sağlam temelin öneminin çok büyük olduğunu düşünüyorum. Şiir sonradan gelir ya da gelmez. Şayet, şiir bir gün gelip bu kervana dahil olursa başı o çeker. Diğerleri ona dahildir. Şiir, şuursuz ve şiarsız olamaz. Bunda hepimizin hemfikir olduğunu düşünüyorum.
Ezcümle şiiri hak ve hakikat davası olarak görüyorum. Bu elbette şuurunuz ve şiarınızla doğru orantılıdır. Son olarak şunu söylemek istiyorum; bir şiiriniz olmayabilir, fakat şuurunuz ve şiarınız olmalı.
Taşra, kasaba, köy ya da metropollerin mekânsal açıdan şiire katkıları nelerdir? Şiirinizde hangi mekâna sığınırsınız?
İnsan bir şehrin onda bıraktığı anıya da sığınabilir, bir ağacın gölgesine de. Yalnızca bir defa gittiği bir şehre ya da her gün yaşadığı evine. Bir denizin, fırtınanın etkisiyle kabarmış kapkara sularıyla, gökdelenlerin vadettiği karanlık bir değildir. Gökdelenlerin iç'i karartma ve insanı öz'ünden uzaklaştırma gibi huyları vardır, bunun dışında bir işe yaradıklarını düşünmüyorum. Metropollerin, halen daha gökdelensiz kalan, o şehrin karakterini oluşturan ve ona şahsiyet kazandıran tarihi dokusu, estetik mekânları ve samimi mahalleleri mevcutsa eğer, oradan sağlam şiirler çıkabilir. Köy, taşra veya kasaba; sizin onlara hangi gözle baktığınıza, hangi değeri biçtiğinize bağlı olarak şiirinizi o oranda geliştirir, o oranda da köreltirler. Tarkovski filmlerini andıran Olympos'un eteklerindeki köyleri dolaştım bir yıl boyunca. Tesalya'yı karış karış gezerek Osmanlı'dan geriye kalan izleri aradım. Burada pek çok başka yerler ve başka dağlar da sayabilirim. Konya'yı uzun uzun anlatmam gerekir meselâ. Bu noktada Rilke'nin, hayatının bir dönemini, Duino Şatosu'nda geçirmesini ve oradan "melekler katına" seslenişini düşünebiliriz. Ya da onu şatoda tutan o arayışın adını.
Tamamen kurgusal bir yer ya da gerçekte var olup yazarın kendi kurgusuyla anlattığı bir yer de ilham kaynağı olabilir bazı şiirler için. Mesele görebilmekte. Daha önce Rusya'da hiç bulunmadım. Anlatılanların gerçekte var olanla ne derece alakalı olup olmadığı tartışma konusu olsa bile, Petersburg'u, Neva Nehri ve civarını Dostoyevski'nin anlatımıyla ve anlattığı kadarıyla ezbere bilmek bu ilhama dahil. Cevaba gelecek olursam; şiir yazarken köy ya da şehir fark etmeksizin, bir yeri karış karış yalnız dolaşmanın verdiği o müthiş hisse sığındığımı düşünüyorum. Bu sebeple dağ başı ve metropol arasında bir fark gözetmiyorum. İç sesime sağır olmadığım her yer şiir için güzel yer.
Günümüz şiirine olan ilgi ve iştiyakı yeterli buluyor musunuz? Bulmuyorsanız bu durumun sebepleri sizce nelerdir?
"Ah, kimselerin vakti yok/ Durup ince şeyleri anlamaya". Belki de her dönem böyleydi. Yalnızca şu an hızlandırılmış versiyonunu yaşıyoruz. Fotoğrafını çekip paylaşmak için yaşadığımız hayat ne kadar bizimdir?! Önce bunu konuşmamız gerekmekte. "Keşfedilmemiş bir gezegen kadar uzaksın kendinden" diyor E.M. Cioran Çürümenin Kitabı'nda. İnsan kendinden yani özünden uzaklaştıkça neye/ nereye yaklaşır?! Ve "kendimizin" kaç kilometre uzağındayız?! Asıl cevap bekleyen, ilk olarak cevaplandırılması gereken soruların bunlar olduğunu düşünüyorum. Küçük bir azınlık dahi olsak, sevgili Gülten Akın'ın bahsettiği o kimselerden değilsek, o vakit bizde varsa şayet, durup düşünelim. Yoksa yapacak bir şey de yok demektir. Nefs odaklı yaşam tarzına sahip olan, önceliği her ölçekte nefsani tatmin olan insan, şiire ne kadar duyarlı olabilir. Çok kalabalık bir caddede, yere bir şiir kitabı ya da her hangi bir kitap bıraksak; dönüp bakacak, eline alıp okuyacak kaç kişi mevcut, en azından kitabı kaç kişi yerden alıp kaldırır. Bu tip sosyal deneyler hep ilgimi çekmiştir. Tüketim ve haz çağı. Ne acı ve ne yazık ki; dillerimize pelesenk olmuş haz ve hız ikilemesinin içinde bizler de kaybolup, eriyip gidiyoruz. Fakat tüm bunlara rağmen, yine de bu kadar ilgi ve iştiyak var ise yeterli olmasa dahi, yeterlilik kıymetlilik ölçüsü olmadığından, bu iştiyakın çok kıymetli olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bakış açımızla doğru orantılı, nereden baktığımıza bağlı olarak değişkenlik gösteren bir soru - cevap.
Gelenek mi, modern mi? Lirik mi, epik mi? Hece mi, serbest mi? İlham mı, Deney mi? Ya da?
Gelenek ulu bir çınar. Bu ulu çınara yaslanmadan, gölgesinde nefeslenmesen şiir yazabileceğimi hiç düşünmedim. Belki de soru içerisinde göz kırpan ya da sorusunun cevabı olacak verdiğim cevap. Şiirde bir yanıyla gelenekte sabit kalarak, geleneğe yaslanarak -ki bu tabiri çok seviyorum ve daha isabetli buluyorum- diğer yanıyla bahsi geçen türleri deneyimlediğimi, denediğimi ve denemeyi sürdürmek istediğimi söyleyebilirim. Büyük Türk Şiiri'ne olabildiğince katkı sunma gayreti ve çabasıyla.
Günümüz Türk şiiri poetik ve teknik açıdan yeterli ölçüde eleştiriliyor mu? Eleştiri kültürümüze bir eleştiriniz var mıdır?
Eleştiriyi kötücül düşünceden ayırt edecek seviyeye ulaşmak lâzım ki, bu işi hakkıyla yapan isimler diğerlerinden ayıklanabilsin, bu isimlerin hakkı teslim edilebilsin. Bir yandan "al gülüm ver gülüm" furyasını diğer yandan da eser odaklı olmayıp sırf kişilerin fikirleri odaklı kötü eleştirileri dışarıda tutarsak, umut veren, bu işi layıkıyla yapmaya çalışan isimler mevcut elbette. Onların daha çok okunması ve çalışmalarının desteklenmesi, kadir kıymet bilinmesi gerekmekte. Bu minvalde okurlara da çok iş düşmekte. Sapla samanı ayırt edebilecek kıvamda olan okurlar, bu işin olması gerektiği noktaya doğru gitmesine yön verebilirler.
Eleştiri önü açık bir alan, ne var ki bir kısım görüşler oldukça sığ ve kapalı.
Arthur Schopenhauer'un, "Görüş, etki ve temas alanımız ne kadar darsa, o kadar mutluyuzdur: Bunlar ne kadar genişse, o kadar ıstırap çeker, ürkeriz. Çünkü, bununla birlikte kaygılar, arzular ve korkular da çoğalır ve büyür. Bu yüzden körler bize ilk bakışta göründüğü kadar mutsuz değildir." sözü geldi aklıma. Bizler hem okurlar hem de yazarlar olarak eleştiri kültürümüzün geldiği bu noktayla ne kadar mutlu ne kadar ıstırap içindeyiz ona bakmamız lâzım.
Bir okuyucu ve yazar olarak dergilerle ilişkiniz nasıldır? Dergilerin şiir dünyamıza katkısı açısından neler düşünüyorsunuz?
Edebiyatla yakından ilgilenmeye başladığım ilk zamanlarda, imkanlarım el verdiğince, uzun yıllardır okul görevi üstlenmiş olan üç farklı dergiyi, düzenli olarak takip etmeye başladım. Burada şiirlerimin yayımlandığı Dergâh ve Yedi İklim'den ismen bahsetmek istiyorum, onların bendeki yeri çok ayrı ve çok özel. Zaman ilerledikçe takip ettiğim dergi sayısı süratle arttı ve bu kervana pek çok yeni dergi eklendi. Yeni sayı eski sayı bakmaksızın Türkiye'ye her gittiğimde elim boş dönmüyor, kendim gidemediğim zamanlarda arkadaşlardan rica ediyorum.
Altyapısı sağlam dergilerde, şiirleriniz genel yayın yönetmeninden editörüne çok ince bir süzgeçten geçer. Belli bir seviyeye ve olgunluğa ulaşmadan yayımlanmaz. Kişi en azından bu seviyeyi yakalayabilmek adına en başta kitap okumalarını güçlendirir. En basit tabiriyle neyin ne olduğunu fark ettiğiniz yerlerdir dergiler. Ve bu farkındalık oluştuğu takdirde, o şiir anlayışını kazandığınız andan itibaren şiir ve edebiyat anlamında derin bir uykudan uyanmış olursunuz. Her şiir niyetine yazılan şiir değildir ve amiyane tabirle "bir şiir yazdım oldu" kafasından çıkarsınız.
Ayrıca bir derginin tezgahından geçmek o dergiyle farklı bir bağ kurmanızı sağlar.
Aidiyet duygusu hisseder ve o dergiyi eviniz olarak görmeye başlarsınız. Aynı zamanda, hiç tanımasanız bile derginin sayfalarını paylaştığınız, tabiri caizse edebiyat komşuluğu yaptığınız pek çok isimle karşılaşır, dergiler sayesinde tanışırsınız. Onların şiirlerini, kitaplarını okumak da daha farklı bir anlam kazanır, şiir ve yazılarınızı çoğu zaman olumlu yönde etkiler. Genel anlamda, dergilerin geldikleri bu noktada, kişisel şiir ve edebiyat yolculuğuna eşlik ettiklerini ve katkı sağladıklarını düşünüyorum.
Sadece üç şairi okuma hakkınız olsa bu şairler kimler olurdu? Sadece üç şiir okuma hakkınız olsa bu şiirler hangileri olurdu?
Şairlerin pek çok şeyi sır olarak saklamak gibi bir huyları vardır. Bunu kendimden de biliyorum. Şairler içinden üç şair seçemem, şiirler içinden üç şiir de. İnanın bu çok zor. Fakat hiç düşünmeden tek bir şair ve tek bir şiir söyleyebilirim. Bunu sır olarak saklamayacağım. Hiç düşünmeden gönlüme gelen isim Yunus Emre hazretleri (k.s.). Ve hakikat özünün saklı olduğu o şiir "İlim İlim Bilmektir".
Yazar: Misafir Köşesi - Yayın Tarihi: 07.09.2023 09:00 - Güncelleme Tarihi: 03.09.2024 22:39