Sartre’ın Baudelaire’i
Bir yazar bir başka yazarı neden merak eder? Kendine yakın bulduğu için mi yoksa kendisine uzak kıldığı için mi? Belki de her ikisi de değildir, bilmediğimiz, asla bilemeyeceğimiz bir başka nedeni vardır.
Fakat Jean-Paul Sartre'ın Charles Baudelaire'in hayatını yazmasının nedenini daha makul ve yalın sebeplerle açıklayabiliriz. Özgür yalnızlık gibi… Kanımca Sartre'ın Baudelaire'in hayatını incelemesinin nedeni onda özgür yalnızlığının en pervasız halini görmüş olmasıdır. Mekân aynı her ikisi için: Uzak düşmüş, yakınında görülmüş Paris.
Sartre'ın Baudelaire kitabı insan nasıl bir başkası değil de kendi olur? Sorusuna bir cevap arayışıdır. Neden ben, bir başkası değil de ben oldum? Ben'imi ben kılan, bana ait kılan sebep nedir? Bu sebepleri bilebilecek imkâna sahip miyim? Baudelaire, Felsefi Sanat adlı eserinde bu soruya şöyle bir açıklama getirmektedir: Sanat hem özneyi (sanatçıyı) hem de nesneyi (sanatı) kavrayan ya da esinlendiren bir büyü yaratma uğraşıdır. Büyü (aura) kelimesinin altını çizmek gerekir. Kendi ben'inin farkında olanlar büyü-k/büyü-lü insanlardır. Kendi olmayanlar ise büyü'süz-büyük olmayan insanlardır. İnsanın ilk ve asıl görevi ben'ini kendi kılan sebepleri bulmaktır.
Baudelaire'i diğerlerinden farklı kılan nedir? Baudelaire'in gerçek doğası (asıl ben'i) "derin yalnızlıklar"dan oluşmaktadır. Baudelaire kendisinin ilk ve asıl görevini şöyle ifade etmiştir: Yalnızlığını en uç noktaya taşımak. Derin yalnızlık, yani hem yara hem de bıçak olmak, hem kurban hem de cellat olmak, hem insan hem de insan olmamak, şeytan ve hayvan arasında bir yerlerde sıkışmış olmak. Baudelaire'in trajedisi budur, baştan sona, tek bir kelime ile. Yitirilmiş metafizik anahtarıyla bütün fiziki kapıları kendi üzerine kapatan Baudelaire'in yeni bir dünya yaratmaktan, bu yeni dünyada hep kendini yitirmek için yeni kendiler oluşturmaktan başka çaresi yoktur. Yaralanan beden değil ruhtur, bıçak görünür değil görünmezdir. Kurban yerde değil her yerdedir, cellat dışarıda değil içeridedir. İnsan bütün hapishanelerden kaçabilir ama kendi eliyle, kendi eti ve kemiğiyle yarattığı kendi ben hapishanesinden çıkamaz, kurtulamaz, bu mümkün değildir.
Kendini bir başkasının hikâyesinde görmeyi tercih eden Baudelaire, böylelikle acılarının içinden çıkılmaz bir hal almasına sebep olmuştur. Acılarının içinden çıkılmaz bir hal alması demek, kendi cehennemini sırtında taşımak ve bir başına orada burada cesedini taşımak demektir.
Baudelaire'in hayat bahçesinde daha doğar doğmaz yaşam gülleri solmuştur. Bahçelerin doğal havasından eser kalmamıştır. Kurumuş gül yapraklarıyla yaşamasını öğrenmek, insanları yargılamak, insanları yargılarken de kendini hoyratça harcamak, asmak. Kimden, niçin öç almak istemektedir Baudelaire? Ortada bir hesaplaşma olduğu apaçık. Meydanda bir başkası var mıdır gerçekte? Yoksa Baudelaire'in gücü sadece kendine mi yetmektedir?
Herkes kendi cehennem ateşini kendi sırtında taşımaktadır. Herkesin ateşi kendine göredir, kendine yetmektedir. Fakat Baudelaire'in ateşi dolup taşmaktadır. Baudelaire'in ateşi kontrolsüz bir güce dönüşmüştür. Bu ateş hem kendisinin hem de başkalarının yıkımına sebep olabilir mi? Evet. Çözüm mü? İntihar olabilir, o da birçok defa. Kendi hayatına son vermek, seni sen kılan, seni başkalarıyla sonsuzlaştıran ateşini ortadan kaldırabilir mi? Belki de Baudelaire şu soruya cevap bulamamıştır: Kendim yaratmadığın cehennem ateşini kendi kendime nasıl yok edebilirim? Hepimiz içimizdeki ateşlerle dünyaya geliriz. Kimimiz içindeki ateşleri gül bahçesine çevirip ateş gülleri yetiştirir, kimimiz de içindeki ateşte yanıp kavrulur, külleri savrulur. Baudelaire birincisi olmak istedi, ikincisi olduğunu bile. Yine şeytan ve hayvan arasında bölünmüşlük hali, trajedinin gül ve ateş versiyonu.
Baudelaire büyük bir kâşiftir, çünkü kendi sonsuz yalnızlığını keşfetmiştir, kendi sonsuz yalnızlığının sahibidir. Yalnızlık krallığında ondan başkası yoktur, kral da odur, tebaa da odur, yaşayan da odur ölen de odur, bir başına acı çeken de odur mutlu olan da odur, tek başına giden de odur hep terk edilen de odur.
Baudelaire geleceğin şimdiki hükmünü, var olanın var olmayan tarafından belirlenmesini geçersiz kılabildi mi? Belki. Fakat bilinen bir şey var: Baudelaire kendi sonsuzluğunun bütün kapılarını sonuna dek açmıştır. Öyle açmıştır ki sonunda sonsuzluğu çağrıştıran kapı dahi kalmamıştır. Bu yüzden Baudelaire hiç yakın olmamıştır, hiç birilerine yakın durmamıştır. Her kese uzak ve soğuk bir mesafede kalmıştır. Annesinde sonsuzluğunu bulur gibi olmuştur ama sonunda annesinde bulduğu kendi ölümü, daha doğrusu sonsuz kıldığı ölümü olmuştur. Kendinin dünyaya gelmesine sebep olan annesi yaşam ve ölüm arasında sonsuza dek yitip giden bir bağ, sonsuza dek yıkılıp duran maddi ve manevi ağlardan oluşan bir köprü olmuştur.
Baudelaire ziyadesiyle yalnızdır; çünkü yalnızlığında insan yoktur. İnsanın yerini şeytan ve hayvan almıştır. Baudelaire'in yalnızlığı, şeytan ile hayvanın izdivacıdır. Kötülük Çiçekleri, Paris Sıkıntısı, Özel Günceler-Apaçık Yüreğim, Şaraba ve Esrara Dair, Fanfarla bu izdivaçtan doğan çocuklardır. Uçurum çocuğudur Baudelaire. Özgürlüğünün verdiği sorumsuz güçle uçurumdan uçuruma kaçmıştır. Uçurumlara tutunmuştur, uçurumların uçlarını birbirine iliştirerek ayakta kalmaya (yaşamak değil!) çalışmıştır.
Baudelaire içindeki insana kavuşmak, ona uygun elbiseler giydirmek, onu yerli yerinde oturtmak için büyük şehirler aramıştır kendine. Büyük şehirlerde bulurken kendini, yitirir bir başka yalnızlığını. Sonsuzluğun adı var kendi yoktur şehirlerinde. İnsan bir yanılsamadır sadece, kendi gibi, cismi gibi, hikâyesi gibi. Asıl olan yersiz yurtsuz, tanımsız kayıtsız arayıştır. Yetim bir arayış, hiç sonsuzluğa ebeveynlik yapabilir mi?
Çocukluk, Baudelaire'in tek yitik cennetidir. Bu yitik cenneti yeniden yaşamak için her şeyini defa etmeye hazır olan Baudelaire, bu yitik cennetin kıyısından dahi geçemez. Onun çocukluğu hiçlik ve yalnızlık tarafından kuşatılmıştır. Sonsuzluk onun yitik cennetini yutmuştur. Bilir bunu Baudelaire, şaşmaz ama buna. Susturamaz kendini, inler. Eseri baştan sona bir inleyiştir.
Baudelaire'in yalnızlığı dayanılmaz ve bir hayli ağırdır; çünkü yalnızlığının "sağlamasını" başkalarının üzerinden yapamamıştır, bu yüzden başkalarına ulaşamamıştır. Başkası? Belki de asıl soru/n budur: Başkası? Başkası kimdir? Başkası var mıdır? Belki de eksik olan kutsallıktır. Gücünü ve anlamını, karşılığını ve yankısını ilahi bir güçten alan kutsallık. Baudelaire'in ben'i ve başka'ları kutsallıktan mahrumdur. Kutsallıktan mahrum olmak, bir başına, nedensiz ve ödevsiz var olmak. Ona ödev ve sorumluluk yükleyecek ne kendisi ne de bir başkası vardır. Aradaki bütün kutsal aynalar kırılmıştır. Kim tarafından? Tanrı mı? Tanrı, ona git bütün kutsal aynaları kır, dememiştir. O zaman ne ya da kim? Belki de kutsal ayna çılgınca depreşen şeytan ve hayvanın ayakları altında kalıp paramparça olmuştur.
Baudelaire, yargıcı olmayan. Kendisinin yargılanmasını istiyor, dürüstçe, cesurca. Ama ortada kendisi yok. Bu durumda kendisinin yokluğu, yargıca dönüşüyor, kendisinin yokluğu başlı başına bir yargıç oluyor. Bir başına kendi yokluğunun yargılıyor Baudelaire. Sonuç ve hüküm: Delil yetersizliğinden, davanın sonsuza dek ertelenmesi…
Baudelaire topluma rağmen özgür olmak istedi. Bir dağ başında bir başına yaşamak ile toplumda başkalarıyla yaşamak zorunda kalmak aynı olmasa gerek. Bu ikisinin özgürlüğü ve bedeli de aynı değildir. Dağ özgürlüğünün ne rengi ne kokusu ne de izi vardır. Ama şehir yalnızlığı ağırdır, rengarenktir, sonuçları vardır, bedeli olduğu gibi. Baudelaire bir bakıma dağ özgürlüğünü şehrin kalabalığında, toplumun uzağında bir başına yaşamak istedi. Yine işin içine başkaları giriyordu ve bu başkalarının ne yaptığı ne istediği belli olmuyordu. Bu da bütün özgürlüklerin ve özgünlüklerin allak bullak olması demektir.
Baudelaire içinden çıkamadığı ben'ini kendi varlığı dışında nesneleştirmek, kalıcılaştırmak, böyle yaparak kendi sonsuzluğunu yaratmak istedi. Gücü buna yetti mi? Ya da yalnızlığı ve özgürlüğü buna yeterli miydi? Muhakkak yalnızlık ve özgürlükten başka bir şey lazımdı, o da başkalarıydı. (İlginç bir durum ortaya çıkıyor, Sartre'ın "başkaları cehennemdir" sözünün bir başka anlam kazanıyor). Sorun da hep bu oluyordu: Başkaları. Baudelaire'in başkalarıyla alıp veremediği bir şey vardı. Daha doğrusu başkalarıyla doğru dürüst alıp vermesini bilmiyordu, ya da bilmek istemiyordu. Denilebilir ki kendinde başkalarının kompleksi oluşmuştu ve bundan kurtulamıyordu Baudelaire. Başkalarının tahakkümü altına girmişti. Bırakın kendi varlığını dışarıda nesneleştirip kendi sonsuzluğunu yaratmasını, sırf başkaları yüzünden kendine hem yara hem de bıçak, hem kurban hem de cellat olmuştu. Yalnızlığın ve özgürlüğün kısırdöngüsü başlıyordu, yalnızlığın ve özgürlüğün kısırdöngüsünde başkalaşıyordu, haliyle Baudelaire bu kısırdöngünün neresinde durduğunu bilmiyordu.
Baudelaire, kendi içindeki başı sonu belirsiz ormanda ruh kuşunu yitiren adam… Bir orman vardı içinde kimselerin görmediği, bir ruh kuşu vardı ormanda kimselerin bilmediği. Hiç orman ve ruh kuşu arasında seçim yapmamıştır ya da hep birini diğerine yeğlemiştir. Sadece biriyle var olma gücüne sahiptir Baudelaire. Belki de çareyi yine başkalarında aramaktadır, kurtarıcı yine başkalarıdır. Başkaları içindeki ormanı görecek, başkaları gelecek ruh kuşunu bilecek, başkaları gelecek Baudelaire'in varlığını tamamlayacak ya da büsbütün sonlandıracak.
Baudelaire boşu boşuna "dünyanın dışında bir yer" aramamıştır kendine. Yitik cennetine yaklaşamayacağını hissettiği anda, dünyanın dışında bir yere varamayacağını anlamıştı. Bu durumda intihar ve umutsuzluk, kötülük ve iyilik, acı e mutluluk arasında hiçbir fark kalmaz. Fakat kendi insanın bir yarısını şeytana kaptıran Baudelaire, öteki yarısını da hayvan yüklemiştir. Kendi insanı kendi içinde çıkamayacaktır ki belki de istediği budur ve dünyanın dışına bir yere de ulaşamayacaktır.
Sonuç olarak Baudelaire kendi iç dünyasında kendini başkalarının gözünde göremediği için, hep dışarıda kalmış bir dendi, bir flaneur'dir. Onun dendiliği ya da flaneurluğu da benzemez başkalarının dendi ve flaneur olmasına. Belki de Baudelaire'inkisi sadece özgür bir yalnızlık ülküsü. Kötülük Çiçekleri'ni ne kadar ekti, nasıl ekti içine ve dışına, tartışılır; fakat 1867'deki ölümünde beş yıl evvel yayımladığı Paris Sıkıntısı (1862) onun iç sıkıntısının bariz dışavurumudur.
Baudelaire
Jean Paul Sartre
Çev. Alp Tümertekin
İthaki Yayınları
160 sayfa
İstanbul 2017
Yazar: Faik ÖCAL - Yayın Tarihi: 25.01.2023 09:00 - Güncelleme Tarihi: 13.11.2022 22:33