Şeyda Başer Eroğlu ile Konuştuk: Eserin Neye Göre Büyük Olduğunun Belirleyicisi Zaman
Sena Alper, Şeyda Başer Eroğlu ile konuştu
-Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenliği yapıyorsunuz. Meslektaşınız olarak sormak istediklerim var. Mevcut müfredat sizce gençlere okuma, yazma, anlama becerisi kazandırıyor mu? Siz öğrencilerinize güncel öykü kitaplarını okutuyor hatta sonrasında yazarlarıyla etkinlik düzenliyorsunuz. Gençler güncel edebiyat hakkında ne düşünüyor?
Bakanlık elli altmış yıllık müfredatta günümüz edebiyatına dair hiçbir değişiklik yapmadığı için çocuklar da güncel edebiyattan bihaber. Klasik romanın girişindeki uzun tasvirleri okutmamız bekleniyor bizden. Hayatımızda artık her şeyden önce basitlik ve hız var. Hızlı konuşuyor, hızlı hareket ediyor, hızlı düşünüyoruz. İçinde bulunduğumuz çağda her şey bir anda değişirken ve bu kadar değişkenin içerisinde çocuklara değişmeyen bir şeyi okutmak... Çağın iplerini elinde tutan bir yazarı, mesela bir metninde sosyal medyadan bahseden, günü yakalayan bir öykü ya da romanı okutmak yerine tutup da işte "Goriot Baba"yı okutmak bana mantıklı gelmiyor. Okutamıyoruz da zaten. Muhakkak klasikler okunmalı ancak gençler edebî bir anlayış kazandığında, edebiyatla ilgilenmeye başladığında. Tabii o zaman kendi kaynaklarına ve klasiklere kulak vereceklerdir, ama şimdi bu pek mümkün görünmüyor. Ben bunun farkındayım. Geçenlerde Ayfer Tunç bir televizyon programında bu minvalde görüş bildirmişti, ona katılıyorum. Öğrenciler Abdülhak Şinasi Hisar'ı, Mithat Cemal Kuntay'ın "Üç İstanbul"unu okurken zorlanıyor. Yani belki yeniden eskiye gitmek gerekir, güncelden geçmişe doğru ilerlendiğinde öğrenciler dönemler arası farkı daha iyi anlayabilir. Çünkü öğrenci henüz içinde bulunduğu zamanı tanımaya çalışıyor, geçmiş hakkında bir fikri yok. Böyle düşündüğüm için öğrencilerime güncel eserler okutuyor, yazarlarla buluşturmaya çalışıyorum. Mesela geçen dönem okuttuğum Ali Ayçil'in "Sur Kenti hikâyeleri" orijinal bir eser. Bulmacalı olduğu için de dikkat çekici. Çocuklar eseri okumaya başladıklarında bir an için afalladı, şaşırdılar. Destansı bir dili var fakat kurguda bir kent inşaa ediliyor. Çocuklar orada onlara göre farklı bir kurguyla tanıştılar. Çünkü bu zamana kadar okudukları Türk klasiklerinden farklıydı. Sonra Güray Süngü'yle, onun dili ve karakterleri zaten çok rahattır, konuşma dilinin yalınlığıyla kurduğu "İnsanın Acayip Kısa Tarihi"nde Âdem ile Havva kıssasını rewrite tekniğiyle yeniden yorumladığını fark ettiler. Orada bir parodi de var, Borges Dayı karakteri mesela. Bakanlık müfredatta postmodern teknikleri kazanımlar içinde vermiş fakat bu teknikleri örnek vermeden anlatmak zor. Parodi, pastiş, yeniden yazma… Çocuklar son dönem edebiyatından o kadar uzak ki bu tekniklerin nasıl kullanıldığını bilmiyorlar. Neden? Hep klasik eserleri okumuşlar ya da hiç okuma alışkanlıkları yok, kronolojik bir zamandan başka bir zaman sıralamasıyla karşılaşmamış, farklı bir kurgu tecrübe etmemişler.
-Biliyorsunuz postmodern anlatılarda, büyük anlatılara yaslanarak onları yeniden yorumlama veya bir parçasını alarak farklı bir metin kurma revaçta. Bunun yeni büyük anlatılar çıkarmayacağını söylüyorlar. Sizin de destansı bir diliniz var. Postmodern kurgu teknikleri hakkında neler söylemek istersiniz?
Bence her dönemde bu söylenmiştir. "Bu yüzyılda büyük yapıt çıkmayacak." Büyük yapıtların çıktığı yüzyıllarda da söylenmiş. Mesela, James Joyce, Ulysses'ı yazdığında bastıracak yayınevi bulamamış, yazarla dalga geçmişler. Bizde büyük yapıt mıdır, değil midir tartışılır ama Tutunamayanlar'ı Oğuz Atay'ın hemen bastıramadığını biliyoruz. O dönemde Dostoyevski karnını doyurabilmek için günde on sekiz saat yazmak zorundaydı, şimdi onun pek çok eserine büyük yapıt deniyor. Eserin neye göre büyük olduğunun belirleyicisi zaman. Muhakkak şu anda yazılanlardan birinin de belki yayınevlerinin belki okurların gözünden kaçmışlığı vardır. Onun büyük yapıt olup olmadığını dediğim gibi zaman gösterecek. Her yüzyılda bence büyük yapıtlar yazılıyor. Pek çok eserin büyük yapıt olması gerekirken yayınevlerinin veya okurun duyarsızlığı gibi sebeplerle es geçildiğini de düşünüyorum. Destansı demişken aklıma geldi. Mesela Tuna Yukay'ın geçen yıl yazdığı "Kemik Kitabesi" Tavsiye ederim mutlaka okuyun, Ketebe'den çıktı. Dört katmandan fazlaydı herhalde hatırlayamıyorum şimdi, o kadar çok katmanlı bir eserdi. Onun içerisinde bir de destan var. Koyaş Bey Destanı'ydı sanırım bölümün ismini yanlış hatırlamıyorsam. Bir sohbetimiz sırasında "Hocam," dedim, "şimdi siz eseriniz içerisine bir destan yerleştirdiniz, yüz yıl sonra ne olacak? Dîvânu Lugâti't-Türk 1910'da bulunduğunda içerisinden Alper Tunga Destan'ı çıktı biliyorsunuz. İşte iki yüz sene sonra bu kitap bulunduğunda Koyaş Bey Destanı ne olacak?" "Ben bu amaçla yazdım," dedi. Bir kurmaca. Peki biz destanların ne kadarının kurmaca ne kadarının gerçeğe dayandığını tespit edebiliyor muyuz? Ben öyle karamsar değilim, o kadar eleştirel bir gözle de bakmıyorum. Her yüzyılda muhakkak büyük yapıtlar çıkacaktır, o büyük yapıtın büyüklüğünün neye dayandığıyla ilgili, kurgusu, dili, niye büyük diyoruz, zaman gösterecek. Mesela Yunus Emre'ye neden büyük diyoruz. Çok arı bir Türkçeyle derin bir mana ağı kurarak günümüze kadar okunabilirliğini sürdürdüğü için. Yani bunun pek çok sebebi var. Dil kullanımı, cümle yapısı, ilerideki çağlara kadar seslenecek öngörüde kurgulanmış olması, pek çok faktör var. Zaman belirleyici olacaktır, diye düşünüyorum. Bizim eserlerimiz için de böyle düşünüyorum. Bazı yazarlar bir kitap çıkarıp yazı hayatına çeşitli sebeplerle veda ediyor, bazıları daha iyi eserler yazmaya devam ediyor, bazı yazarlar bir kitap çıkardığı halde edebiyata damgasını vuruyor, birçok eseri olmasına rağmen kimisinin esamesi okunmuyor. Kalıcılık pek çok faktöre bağlı. Kullandığı dille çağını yakalamak, okuyucuyu yakalamak, o kadar kişiyi aynı anda tutabilmek, bütün okurların beğeni dartına bir ok saplayabilmek çok zor bir şey. Son sözü zaman söylüyor, bir şey diyemiyoruz.
-Senaryovari bir anlatım hâkim hikâyelerinizde. Kısa ve kesik cümlelerle sahne sekansları birleşiyor sanki. Sinema diliyle hikâye dili arasında nasıl bir bağ var?
Biraz önce çok hızlı akan bir zaman ve çağların teknolojiye bağlı olarak evrilmesinden bahsettik. İnsanoğlunun geçirdiği değişimleri takip etmek gün geçtikçe zorlaşıyor. Sinema tarihsel süreci izlemek için biçilmiş kaftan. Böyle olunca, tabii ki edebiyatın yerini sinema tutar mı, sinemayla edebiyatı karşılaştırabilir miyiz gibi sorular doğuyor fakat bunlar çok ayrı şeyler. Karşılaştıramayız zaten diye düşünüyorum. Roland Barthes'ın bu karşılaştırmaya son nokta koyacak bir sözü var. "Sinema kokuyu hissettirmez oysa metin bunu tam anlamıyla yapabilir." Fakat, insanoğlu şu anda görsele çok bağımlı. Görsel unsurlar, kullandığı telefondan tutun, bilgisayardan, sosyal medyadan, sayfalarca anlatacağınız bir şeyi tek bir görselle anlatmanızı mümkün kılıyor. Edebiyatçının hüneri yönetmenden farklı olarak bunu kelimelerle anlatabilmek fakat görsele biraz daha fazla dayandığımızı düşünüyorum ben. Hikâye anlatırken hareketin ön planda olması gerektiğini düşünüyorum. Bu, durum hikâyesi de olsa olay hikâyesi de olsa böyle. Durum hikâyesi olduğunda sanki hareket değil de iç sesler, durumlar, psikoloji daha ön plana çıkıyormuş gibi geliyor fakat esasında öyle değil. Çatışma durum hikâyesinde de olay hikâyesinde de olmazsa olmaz bir unsur. Bu çatışma kişinin kendi iç dünyasında yaşadığı bir çatışma da olabilir, bir olay örgüsü içerisinde olay hikâyesindeki gibi somut karşıt bir şeyle de, fark etmez. Aslolan çatışmadır. Çatışmasız hikâyeler kimsenin dikkatini çekmez mesela. Mutluluk anlatmaya değer bir şey değildir. Entrikalar, acılar, çatışmalar anlatmaya değerdir. Tolstoy'un "Mutlu aileler birbirine benzer. Her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır," sözünü de hatırlarım her zaman. Siz durağan bir hikâye anlatsanız bile bir çatışma koymak durumundasınız. Dolayısıyla işin içerisine ne giriyor, hareket. Yani fiiller. Fiilleri öyle bir düzenle yerleştirmek lazım ki tıpkı film izliyormuş gibi hareketlerin kopmadan birbirini takip etmesi gerekir. Hayatın olağan akışında bir hareketin sonrasında hangi hareketin geleceğini biliriz. Hikâyede gelişen bütün olay ve durumları kelimelerle canlandırmalıyız. Dolayısıyla aslında sinamatografik olmaya çalışmıyor, ben hareketi yakalamaya çalışıyorum.
-Hikâyelerinizde klasik Türk şiirinden kesitler sunduğunuzu, bazı terkipleri kullandığınızı gördüm. Sizce güncel yazın ile gelenek arasında bir alışveriş var mı ya da olmalı mı?
Kesinlikle olmalı. Geldiğin yeri bilmeden, sana kadar neler yapılmış görmeden nasıl yeni bir şey ortaya koyacaksın? Ki dil de kümülatiftir, birikimdir. Edebiyatta da böyle. Üstüne koyarak ilerlersin. "Kitaplar kitaplardan çıkar," çok önemli bir sözdür. Eskiyi bilmelisin ki yeni bir şey söyleyebilesin, yeni bir form yaratabilesin. Benim amacım gelenekten beslenerek günümüzü yakalamak. Kurgu, tarz, anlatış biçimi yeni ama beslendiğim konular bizden ve geleneksel. Çünkü ben bu toprakların çocuğuyum, benim Dublin'den bahsetmem ne kadar doğru olur. Daha doğrusu ne kadar başarılı olabilirim. Ben Aksaray doğumluyum, İstanbul' da hayatımı sürdürsem de Anadolu çocuğuyum. Benim hikayemde atmosfer oluştururken karakterim cuma namazına gider. Benim kahramanım Dublin'de bir kiliseye gidemez mi gider ama ne kadar inandırıcı ve başarılı olabilirim? Bu söylediğim bilmediğimiz şeyleri yazamayız anlamına gelmiyor, yazarın hayal gücüyle kabiliyetiyle alakalı bir durum tabii. Ayrıca Çehov'un dediği gibi "Gözünün önündekini yaz." Bilmediğim bir şeyi yazdığımda ne kadar başarılı olabilirim ki. Bu yanlışa düşen yolun başında yazarlar var. Ben bilmediğim şeyi yazdığım zaman başarılı olacağımı düşünmüyorum. Yazacaksam mutlaka gidiyorum, görüyorum, araştırıyorum. Bazen kurslarda katılımcılar "Ben şimdi ne yazacağım?" diyor. Bildiğini, demek geliyor içimden. Anderson'un Amerikan edebiyatının var olabilmesiyle ilgili güzel bir tespiti var. Diyor ki "Amerikalı bir yazarın yapması gereken ilk işin Avrupa'ya ve Avrupa yazın geleneklerine sırtını dönüp kendi insanlarını anlatması gerekliliğidir." Her şey öykünün konusu olabilir. Senin neyi, nasıl anlattığına bağlı. Evet, içerik de kesinlikle çok önemli. Eskiden içeriğin bu kadar önemli olduğunu düşünmüyordum fakat artık fikrim değişti.
-Hikâyelerinizde fantastiği çağrıştıran anlatılar var. Fantastikle aranız nasıl?
Tam fantastik olduğu söylenemez aslında. Çünkü fantastik günümüzde olmayan şeyleri yazarın muhayyilesinde canlandırmasıdır. Benim kitabımdakiler gerçek. Ben araştırmayı çok seviyorum özellikle yeni bilimsel çalışmaları. Örnek gösterecek olursam kitaptaki "Merhaba Dünya" adlı hikâyem gerçek bir çalışmadan ilhamla yazıldı. Dünya toprakları katledilmeye devam ediliyor. Gezegendeki hayat teknolojik açıdan gelişirken aynı zamanda yok oluşa biraz daha yaklaşıyor. Bilim insanları bu konu üzerine kafa yoruyorlar. Milyonlarca kabloyu, teknolojik materyali ve bunların atıklarını nasıl en aza indirgeyebiliriz sorusuyla uğraşırken bitkilerin DNA'larına bilgi işlemek üzerine bir fikre odaklanıyorlar ve bu fikri hayata geçirmeyi başarıyorlar. Yani, bilim kurgu ya da fantastik değil aslında hikâyem. Bu tarz gelişmelerden okur haberdar olmadığı için ona bilim kurgu gelse de aslında hikayelerim gerçeklere yaslanır.
-Toplumsal sorunları anlatan birkaç hikâyeniz var. Güncelden nasıl besleniyorsunuz? Ya da şöyle soralım gerçekle kurgu arasındaki mesafe hakkında ne söylemek istersiniz?
Benim kitabımdaki biyografi kısmını açar mısınız? Orada ne yazıyor? "Hayattaki gerçeğin kurgular olduğuna inanır." Çünkü biz de bir kurgunun içinde deviniyoruz. Allah-u Teala'nın kurgusu içindeyiz. Her şey kurmaca aslında. Müslüman anlayışta dünya bir simülasyondur. Kaderi yazmak ne demek? Bir hikâyenin inşaası, teşbihte hata olmasın, kahramanın başından geçecekleri yazan biri var. Ben bu dünyanın varlığında henüz yokken bezm-i eleste "Bela" dediğimde o bana bir kader yazdı.
-Peki hikâyeler otobiyografik midir?
Bu çok tartışılmıştır. Belki biraz öyledir ama nerede başlayıp nerede bittiğini kesinlemek mümkün değil. Yazar eserine muhakkak kendinden bir şeyler koyar, bu kişiliğine taban tabana zıtlık oluşturacak bir şeyse bile. Mesela bir anti-kahraman kurmayı planlayalım. Bana taban tabana zıt bir kadın. Fakat onu yazmak için yine kendi içime bakmam gerekiyor. Ben neyi yapmam, diye düşünüyorum. Dolayısıyla insan ne yazarsa kendi içinden çekip çıkarır aslında. O yüzden bir yerde otobiyografiktir. Barthes okuyorum bu aralar. Diyor ki, metinde ideolojiyi belirtmek ne kadar çirkin. Ya da şu felsefeye dayanarak yazmak. Siz bir durumu anlattığınızda zaten bir yere yaslanacak o. Semih Gümüş, biz neden kitapları modern kuramlara göre okuyoruz? Modern kuramları büyük eserlere göre okuyalım, diyor, katılıyorum. Zaten metnin içinden toplumsal bir anlayış, yaşayış tarzı, örf-adet, ideoloji çıkacak. Bu açıdan Sartre'ın "Duvar" adlı bir hikâyesini örnek vermek istiyorum. Muazzam bir öyküdür. Öykünün felsefesi varoluş. Fakat hiçbir yerinde varoluşla ilgili öğretici bir dayatma yoktur. Kurşuna dizilme cezası alan beş altı karakterin ölmeden önceki anlarını anlatır. Sanki kurşuna dizilecek kişilerden biri de bizmişiz gibi hissettirir. Sartre bunu varoluş felsefesine dayanarak yazacağım, diye yazmamıştır. Siz hikâyelerinizde toplumsal bir yan var demiştiniz. Anlatmak istediğim işte bu, gözlemlediğim o olayı kurgularken derdim kendiliğinden metnin içine siniyor. Bilinçli yapılamaz mı, elbette ama iyi yedirmek gerekir. Bir öykümde bilinçli yerleştirdiğim bir durum var mesela "Yazgının Mirası Mutatis Mutantis" de. Orada Jung'un ayna mitini kullandım. Fakat tamamında yakalamak istediğim tasavvufi nüzul ve uruç devriyesiydi. Kurtarıcı rehberler gelmeseydi insanlığın her zaman ziyan içinde olacağını düşünerek yazdım.
-Kitaptaki çizimler size ait. Resimle aranız iyi galiba…
Ben bir dönem Gazi'de resim bölümü okudum. Sonra Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü kazananınca eğitimi yarıda bıraktım. Eğitim aldığımı söyleyemem bu yüzden bahsetmeye değer bulmuyorum ama çiziyorum. Kafka Dönüşüm'ü yayınevine verdiğinde çizer, "Kitabın kapağına böcek koymamı ister misiniz," diyor. "Hayır," diyor Kafka, "böceği çağrıştıran hiçbir şey olmasın." Yani çizimler ipucu vermesin, metin anlatmak istediğini kendi versin istiyor. O yüzden Jaguar Kitap'ın kapakları çok sevilir, çok sade olduğu ve ipucu vermediği için. Bazı hikâyelerimin ruh dünyamda bıraktığı izlerle çizimler yapmıştım. Siyah mürekkeple çalıştım. Kendime sakladığım şeylerdi aslında. Sonra yayınevine gönderdim, beğendiler, kitaba koymak istediler. Böylece çizimlerim kitaba dahil oldu.
-Roman yazmayı düşünüyor musunuz?
Evet yazma sürecindeyim. Hikâye yazmak, roman yazmaktan kesinlikle daha zor. Hikâye konsantre bir tür. Bin ila iki bin kelimede hem anlatmak istediklerinizi vereceksiniz hem örtük bir anlam tutturacaksınız. Hikâye daha zor bir tür. Roman da yazıyorum ama niçin yazıyorum? Anlatmak istediğim şeyin formu öyküye değil romana uygun olduğu için. İçindeki pek çok karakter roman yazmamı söylediği, bu kurguyu öyküyle anlatamayacağım için. Çok çetrefilli, farklı anlatıcıların olduğu bir kurgu. Yani roman yazmak için yazmıyorum. O form ve kurgu beni buna itiyor.
Keyifli sohbetiniz için teşekkürler…
Yazar: Misafir Köşesi - Yayın Tarihi: 10.08.2022 09:00 - Güncelleme Tarihi: 12.12.2023 11:37