Sözün Rengi’nde Feyza Şahin, Söyleşi, Şevval BAŞTAN

Sözün Rengi’nde Feyza Şahin yazısını ve Şevval BAŞTAN yazarına ait tüm yazıları Kitaphaber.com.tr sitemizden okuyabilirsiniz.

Sözün Rengi’nde Feyza Şahin

15.01.2025 09:00 - Şevval BAŞTAN
Sözün Rengi’nde Feyza Şahin

Adaletin pembe çiçekleriyle bezenmiş pelerini arkasında dalgalanan bir genç, yabancısı olduğu gezegende Keballerin planlarını bozmaya çalışıyor. Bir Android, uzun kış gecelerini sığınağında örgü örerek geçiriyor. Dev bir su ayısı, uzayda karnı acıkmış bir halde dolaşırken görenleri hayrete düşürüyor.

Umut ve çaresizlik. Uzay ve okyanuslarımız. Yapay zekâ ve duygular. Uzayın soğukluğundan iç ısıtan hikayeler. Tüm bunlar Sözün Rengi'nin yeni konuğu Feyza Şahin'in yürekleri sıcacık yapan, güldüren, hayret ettiren, tutkulu ve hepsinin de ötesinde ümidi konuşturduğu bilim ve yıldız tozlarıyla dolu dünyasından payımıza düşenlerin yalnızca küçük bir kısmı.

Feyza Şahin, Sözün Rengi'ne verdiği yanıtlarla bilim kurgunun ve hayallerin bu topraklara hiç de yabancı olmadığını ispatlıyor. Gündemimizde bulunan ve tedirginlikle yaklaştığımız yapay zeka ve gelecek tahayyüllerimize umut dolu yeni bir boyut katıyor. Ayrıca Milli Eğitim Bakanlığı'nın Türkçe ve Türk Dili Edebiyatı dersleri için okumaya yönelik uygulama sınavları hakkında öğretmenlere değerli tavsiyelerde bulunuyor.

Her soruda ilham bulduğumuz bu dolu dolu röportaja siz de davetlisiniz!

Merhaba Feyza Hanım. Bizimle röportaj yapmayı kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Sözün Rengi okurları için biraz kendinizden ve yazarlık serüveninizden bahseder misiniz?

Ben teşekkür ederim Şevval Hanım. Kendimden söz edeyim… 1979'da İstanbul'da doğdum. Ailem Rumeli göçmeni. 28 Şubat dönemini imam hatip lisesinin son, üniversitenin ilk yıllarında yaşadım. Okulu bırakmak zorunda kaldım. Evlendim, çoluk çocuğa karıştım. Okulu ikinci çocuğum bebekken çıkan af sonrası bitirdim. Tercümeler yaptım, kitaplar yazdım. Hâlâ da yazıyorum, çok şükür.

Ursula K. Le Guin'in 1974 tarihli "Amerikalılar Ejderhalardan Neden Korkar?" başlıklı bir yazısı var. Elli yıl sonra, bilim kurgu ve fantastik kurgu türleri hala marjinal mi? Ülkemizde de ejderhalardan, Keballer'den, Alba'dan veya Ufaklık'tan korkuluyor mu sizce?

Güzel bir soru. Cevabı sorunuzda söz ettiğiniz yazıdan yola çıkarak vermeye çalışayım. Ülkemizde, kültürümüzde fantastik unsurlardan yazıda bahsi geçen şekilde korktuğumuzu düşünmüyorum. Yüzüklerin Efendisi okuyan liseli bir genç, sınıf arkadaşları tarafından ötekileştirilmez bizde. Kurgu okumak "kadın işi" değildir. Hayal kurmayı severiz, çok şükür. Doğu, zaten yarı gerçek yarı hayal bir diyardır. Batı'nın materyalist yaklaşımı fanteziden korkar. Hoş, geçen yıllarda gerçek hayattansa sinematik paralel evrenlerde yaşamayı tercih eder oldu. Bizim yaşadığımız asıl sorun; bilim kurgunun ya da fantastik kurgunun bir Batı sanatı olduğunu düşünmek, böyle zannetmek. Oysa bilim kurgunun da fantastik kurgunun da ana vatanı, hemen tüm sanat, bilim ve medeniyet unsurları gibi bu coğrafyadır. Batı bilim kurgusu tıpkı Batı felsefesi gibi insanın içinde bidayetten var olan kötülüğe meyyal; Doğu'da ise biz ümitvarız, iyimseriz. Bu iyimserlikten kastım iyilerin kazanmasıyla neticelenen kötü olaylar zinciri değil, her şeye rağmen insan yaşamalıdır değil, yüksek-akıl uzaylıların gelip insanlıktaki iyilik istidadına binaen dünyayı yok etmekten vazgeçmesi değil, insanın içinde öncelikli olarak var olan ve etkin olan vicdanın iyiye kurulu olmasıdır. Kötülük marjinal, iyilik standarttır yani.

f1 Eserlerinizin birçoğu yayımlandığında yapay zekâ sohbet botları henüz hayatımızın bir parçası değildi. Bugün bu teknolojilerle daha yakından muhatap olmak sizin için nasıl bir deneyim?

Bilim kurgucular için bu çağ çok fena, kısa zaman evvel kurgu olan şeyler artık gerçek. Kurgulanabilecekler giderek azalıyor. Aslında bir bakıma eğlenceli de... Bir hayal kuruyorsunuz, hemen gerçek oluyor! Günlük hayatta istesek de istemesek de yapay zekâyı kullanıyoruz. Zannediyorduk ki yapay zekâyı kullandığımızda dünya değişecek, her şey farklı olacak. Bakın dünya aynı, gün aynı gün, insan aynı. Hâlâ seçeneklerimiz var, yapay zekâ adlı aleti iyi ya da kötü kullanabiliriz. Henüz tam manasıyla inkişaf etmemişken onu yönlendirebiliriz. Ben ümitvar olmayı seçiyorum. Nihayet geçmişte insanlar nükleer silahlanmayı dünyayı havaya uçurmadan durdurabildi, bu da türlerin aklı ve hayatta kalma dürtüleri açısından kayda değer bir başarı. Yapay zekâyla ilgili de sağduyulu davranabileceğimizi umuyorum.

Bir röportajınızda, yazarın hayatta eksikliğini gördüğü şeyler üzerine kurgu yaptığını söylemiştiniz. Siz, eserlerinizle hayatta gördüğünüz hangi eksiklikleri kapatmayı hedefliyorsunuz?

Bu genelde bilinçli yapılan bir eylem olmuyor. Bir duygu, bir tepki, bir olay olması gerekiyor ama olmuyor; siz onun olduğu bir olaylar silsilesi kurguluyorsunuz. İnsanlar arası iletişimin olduğu, çocukların ciddiye alındığı, kişisel haklara ve sınırlara saygı duyulan, hayallerin peşinden koşmanın mümkün olduğu, sorularınıza cevap bulabildiğiniz vb. Eksiklik örnekleri çoğaltılabilir. Fakat bir kurgu üzerinde çalışırken hatta kurgu henüz ilham aşamasındayken, "Hmm bu kitapta şu eksiklik üzerinde durayım." diye bir niyetim olmuyor. Hikâye kendi getiriyor. Şu da bir gerçek ki kurgularımdan ve karakterlerimden gördüğüm kadarıyla eksiklikler eksik olmasa tüm sorunlar çok daha hızlı çözülürdü. Bilhassa iletişim, iletişim de iletişim.

f2

Kitaplarınız aracılığıyla çocuklarla sohbet ettiğinizde onların geleceğe, teknolojiye ve yapay zekâya dair fikir ve endişeleri sizce nasıl şekilleniyor? Mikro ölçekte yapay zekâyı tartışırken makro ölçekte geleceğe dair umutlarını ya da kaygılarını nasıl ifade ediyorlar? Yazar olarak bu konuda kendinize biçtiğiniz bir misyon var mı?

Her çocuk kendi evrenine göre doğuyor. Gerekli teçhizatı doğarken yanında getiriyor. Aslına bakarsanız bu hayretimi celbeden ve geleceğe dair endişelerimi de bir bakıma yersiz kılan bir durum. Daha açık olmaya çalışayım. Misal, ben doğdum. Televizyon, telefon vesair iletişim araçları henüz yok ya da yaygın değil. Bahçelerde oynayarak büyüdüm. İlk renkli televizyonun, ilk uzaktan kumandalı televizyonun, ilk çevirmeli telefonun, ilk kalorifer peteklerinin, ilk bulaşık makinesinin eve girişini gördüm. Liseye kadar kişisel bilgisayar, üniversiteye kadar cep telefonu diye bir şey yoktu. Dolayısıyla bugünkü dünyayla benim içimdeki çocuğun tanıdığı dünya farklı gezegenler. 2020'de bir çocuk doğdu. Yapay zekâ da akıllı televizyon da internet de diğer tüm teknolojik aletler ve bilimsel gelişmeler de onun hayatının doğal bir parçası. Tüm bunları öğrenmeleri, bunlara alışmaları gerekmiyor. Her insan yaşayacağı çağa göre yaratılıyor. Benim hayatıma, alışkanlıklarıma yeni ve yabancı gelen tüm bu "şeyler" için gençlerin, çocukların herhangi bir endişe içinde olmasını beklemiyorum. Sadece yeri geldikçe şu mealde konuşuyorum: "Bunlar olmadan da yaşanabiliyor, mutlu olunabiliyor, eğlenilebiliyor, oynanabiliyor. Vazgeçilmez sanmayın, hepsinden vazgeçilebilir."

Hem anne olmak hem de yazmak emek isteyen tam zamanlı işler. İkisini nasıl dengeliyorsunuz? Ebeveynlikteki zorlukları yazarlık fırsatlarına dönüştürdüğünüz kendinize has yöntemleriniz var mı?

Aslında anne olmak benim yazar olmama vesile oldu. Çocuklarım küçükken her gece uyumadan önce "Sıfır Hikâye" isterlerdi. Yani hiç anlatılmamış, önceden kurgulanmamış, o anda doğaçlama ortaya çıkacak bir hikâye. Bunlar tabii olarak o günün, o mevsimin hikâyeleri olurdu. Zamanla sıfır hikâyeleri kaleme almaya başladım. Yıllar içinde hikâyeler birikti, konular giriftleşti, uzadı. Tercüme yaptığım bir yayınevi bunları yayımlamak istedi ve böylece yazarlık mesleğine adım atmış oldum. Sıfır hikâyelerden her biri okurun kalbine ve zihnine doğrudan ulaşıyor. Sanıyorum, gerçek bir çocuğa anlatıldığı için hikâye doğallıkla örülü oluyor. O zaman bunu fark etmiyordum tabii ama şimdi okurların geri dönüşlerinden anlıyorum. Bugün de ilk okurlarım kendi çocuklarım. Önce onlar değerlendiriyor, fikir belirtiyor, eleştirel yaklaşıyorlar, düzeltmeler yapıyorlar. Onların süzgecinden geçtikten sonra yayınevi süreçleri başlıyor. Dolayısıyla benim için yazarlık ve annelik çatışması olmadı, elhamdülillah. Fakat dediğiniz gibi ikisi de aslında insanı iki kolundan aksi istikametlere çeken vazifeler. Bazen işi gücü olduğu gibi bırakıp yazmak zorunda hissederim, öyle vakitlerde de ev halkına ben yokmuşum gibi davranmalarını söylüyorum. Çok şükür, idare ediyoruz.

f3

Kitaplarda maliyetleri düşürmek ve süreçleri hızlandırmak adına resimlemede yapay zekânın kullanımı giderek önem kazanıyor. Siz de Gökada Ekspresi ve Ufaklık ile bu deneyimi bizzat yaşadınız. Tüm bunlar nasıl bir deneyimdi? Kitaplarınızın yapay zekâyla resimlenmesinde özellikle dikkat ettiğiniz kriterler veya hassasiyetler var mı?

Yapay zekâ bir sanatkâr değil ve olamaz da. Bir çizerin yerini asla tutamaz. Fakat işleri kolaylaştırdığı gerçek. Israrla vurgulamak istediğim husus yapay zekâya bir resim çizdirdiğinizde elde ettiğiniz ürünün sadece ilk adım olduğu. Yani çizer ya da tasarımcı onu alıp üzerinde çalışmak, bir kompozisyona oturtmak, gölgelendirmesi vesairesiyle uğraşmak durumunda zaten. Ufaklık'ı hazırlarken yapay zekâdan faydalanmayı tecrübe etmek hevesiyle çalıştık. Netice tatlı oldu fakat her bir görsel üstünde hem oluştururken hem sonrasında gerçek insanlar tarafından saatler harcandı. Gökada Ekspresi'ni hazırlarken de keza öyle oldu. Tamamen uzayda geçen ve oldukça "tuhaf" karakterler içeren bir kurgu için yapay zekâ çizimleri kullanmak uygun bir seçenekti. Yine de insan eli, insan sanatı, insan hayal gücü... Bunlar Allah tarafından yaratılmış, gerçek sanat eserleri. İnsanın yaptığı bir alet bunun önüne geçemez.

Kitaplarınızı okuduğumda kimi kısımların betimlenişinin bilim kurgu filmlerinden aşina olduğumuz etkileyici sahnelere yakın inşa edildiğini gördüm. Bu büyük bir potansiyel! Peki bir gün Temsili Kahraman, Filanca Operasyon ya da diğer kıymetli eserlerinizin sinemaya taşınmasını ister miydiniz?

Tabi ki isterim, kim istemez? Fakat ben kitabın her zaman öncelikli olduğunu savunan bir sinema izleyicisi olarak bu konuda endişeler taşıyorum. Kitaplarımı yazarken çizgi roman olarak yayınlansa nasıl olur diye hep düşünüyorum. Film olsa ya da dizi olsa nasıl olur diye de düşünüyorum. Görmek isterim ama filmin hiçbir zaman kitap kadar iyi olamayacağını bilerek. Kitabı okuyan okurun hayal dünyasında canlanan, her biri eşsiz, her biri her okura özel sahnelerle bir kişinin hayal gücünden yola çıkan film ya da diziler aynı olamaz. Mesela yıllar evvel ilk vizyona girdiğinde uzun zaman Yüzüklerin Efendisi'ni izlemeye direndim. Karakterlerin görünüşü, mekânlar, nesneler benim zihnimde olduğu gibi kalsın, yönetmenin imge dünyasından parçalara ya da aktörlerin görünüşlerine bürünmesin istedim. Neticede iyi bir prodüksiyondu ve izledim. Ne oldu? Artık zihnimdeki imgeler yok, filmdekiler var. Kitaptaki teferruat, teşbih, tasvir ve diğer edebî sanatlar da yok. Hasılı her yanı keskin bıçak durumu söz konusu sanırım.

Sizce bir kitabı unutulmaz kılan asıl unsur nedir? Kendi çocukluğunuza ve ilk gençlik yıllarınıza baktığınızda hangi kitaplar üzerinizde en büyük etkiyi bıraktı?

Zor bir soru. Yazarın yazma sürecindeki ustalığı ve samimiyeti diyebilirim. Bir kitabı okuduktan yıllar sonra nadiren kelimeler ya da cümleler aklınıza gelir fakat hatıranızda kalan okurkenki hislerdir. Buna da çok kolay erişilmez. Mesela ortaokulda Peyami Safa'nın Yalnızız adlı eserini okumuştum. İçime nasıl dokunduysa hâlâ kitabın adını andığımda bir sızı hissediyorum. Üniversite yıllarında Gabriel Garcia Marquez'in Yüzyıllık Yalnızlık adlı eserini okumuştum. Bittiğinde bittiği için, daha fazla okuyamayacağım için oturup ağlamıştım. O denli keyifli bir kurgu, keyifli bir okumaydı. Terry Pratchett de okumayı sevdiğim bir yazar, herhâlde bütün kitaplarını okumuşumdur. Bir cümle hatırlıyor muyum? Hayır. Fakat ayrıntıya verdiği önem, sürekli gözden kaçıp duran ufak tefek şeyleri tutup yakalayıvermesi ve sonra da avucunda evirip çevirmesi. Bunlar, bu kelime üstatlığı, okurun dikkatini tam da oraya çekmek için duyulan ihtiyaç ve o ihtiyaca binaen sarf edilen bunca söz, onca zaman, onca emek. Yazar, söz ettiği mevzunun üstünde konuşmaya değer olduğuna inanıyorsa yıllar boyu silinmeyecek izler bırakabiliyor. Tabii okurun açık bir zihinle okuması kaydıyla. Öğretmeni ödev verdiği için okuyan bir çocuğun üzerinde pek bir etkisi olacağını tahmin etmiyorum.

Millî Eğitim Bakanlığı'nın okullardaki yeniliklerinden olan Türkçe ve Türk Dili Edebiyatı dersi uygulama sınavları (dinleme, okuma, konuşma, yazma) için belirlenen kitaplar bir çocuğun bir kitapla tanışmasına, bir yazarı merak etmesine vesile olmaz mı? Bu kapsamda eserlerinizin öğretmen-okul tavsiyesi, okuma grubu önerileriyle belki de ödevleriyle onlarca çocuğa ulaşmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

f4

Bir önceki soru ve cevabı üzerine bu noktayı atlasaydınız şaşırırdım doğrusu. Kitaplarımın okuma listeleri kapsamında çocuklara ulaşması benim de okurlarıma ulaşmama vesile oluyor. Yani öğretmenler, idareler davet ediyor, okullara gidiyorum ve okurlarımla tanışıyorum, söyleşiyorum, sorularını cevaplıyorum, sohbet ediyorum. Benim için herhalde yazar olmanın en güzel getirisi budur. Dolaysız, aracısız, doğruca gözlerinin içine bakarak okurla konuşabilmek. Bu esnada hangi çocuğun kitabı ne için okuduğunu da gözlerinden okuyabiliyorum. Ulaştığım netice yine aynı; çocuk kitabı ödev gibi görüyorsa bu çalışmaların okuma alışkanlığı kazandırmak ya da kitabı sevdirmek noktasında bir faydası olmuyor. Nadiren zaruretten başlayıp keyif aldığı için devam eden ve fikirleri değişen çocuklara rastlıyorum. Sanıyorum öğretmenin yaklaşımı, programı uygulama şekli de oldukça etkili oluyor bu anlamda. Kitap okuma ve değerlendirme çalışmalarını ödev olmaktan çıkarabilen öğretmenler bu işi başarıyor.

Öğretmenlerin nitelikli bir kitabı ödev olarak okutma sürecini derinlikli bir okuma ve anlama deneyimine dönüştürmeleri için hangi yöntemleri önerirsiniz? Bu konuda 'krizi fırsata çevirme' adına önerileriniz nelerdir?

Az önce dediğim gibi, ödev gibi hissettirmeden çalışmaları tamamlatabilmek gerek. Çocuk büyüdüğünde ve eline bir kitap almak istediğinde okuldaki kitap okuma çalışmalarını hatırlayıp sınava hazırlanıyormuş hissine kapılmamalı. Genelde kitaplarımın sonunu yoruma açık bir şekilde getiriyorum, en azından gayret ediyorum, ki okur kitap bittikten sonra da hikâyeye kendi hayal gücünü kullanarak devam edebilsin, kendi yorumunu getirsin kendi hayalini kursun kendi kurgusunu örsün. Karakterleri arkadaş edinsin ve hatıralarında güzel, heyecan verici hisler olarak yer etsin hikâyelerim. Kurguya coğrafya ders kitabı gibi davranılırsa böyle bir netice elde etmek mümkün değil; dağlar kıyıya dik, kıyı şeridi girintili çıkıntılı… ne anlıyoruz bundan? Ege sahillerine gidip bu yer şekillerini görmedikçe hiçbir şey anlamıyoruz. Ardı ardına ezberlediğimiz kelimelerden ibaret olarak kalıyor güzelim Ege. Edebiyata böyle yaklaşmak bir insanlık suçu. Dolayısıyla kitaplardan açık uçlu da olsa soru-cevap biçiminde sınav yapılmasını pek tasvip etmiyorum. Kitaba değişik sonlar yazmak, karakterlere farklı huylar edindirmek, saçlarını değiştirmek, isimlerini değiştirmek, belki hikâyeye birkaç evcil hayvan eklemek, aynı karakterleri ve olay örgüsünü kullanarak kısa hikâyeler yazmak… okuru kurgunun faal bir parçası haline getirmek daha verimli olabilir sanırım.


Yazar: Şevval BAŞTAN - Yayın Tarihi: 15.01.2025 09:00 - Güncelleme Tarihi: 30.12.2024 15:12
5.668

Şevval BAŞTAN Hakkında

Şevval BAŞTAN

2002 yılında Bursa'da doğdu. Ortaokul ve liseyi İmam Hatip'te bitirerek hayatına kıdemli bir İmam Hatipli olarak devam etmektedir. Şu an için Kocaeli Üniversitesi Türkçe Öğretmenliği bölümünde öğrenci olup amatör olarak çizerlik yapmaktadır.

Şevval BAŞTAN ismine kayıtlı 27 yazı bulunmaktadır.

Twitter Instagram LinkedIn YouTube Kişisel