Stefan Zweig’in Satrancı
Elif MERT yazdı...
“Bize hiçbir şey yapmadılar. Sadece bizi büsbütün hiçliğin içine yerleştirdiler,
çünkü bilindiği üzere yeryüzündeki hiçbir şey insan ruhuna hiçlik kadar büyük baskı yapamaz”
(Stefan Zweig-Satranç)
Bir yolcu gemisi düşünün, geminin içinde bir milyoner ve satranç şampiyonu var. Milyoner ücreti karşılığında bu satranç şampiyonuna satranç oynamayı teklif ediyor, şampiyon da bunu kabul ediyor. Bunlar bir araya geliyor. Etrafta diğer yolcu izleyenler, maç başlıyor ve fakat o izleyenlerden bir tanesi kendisini tutamayıp sürekli oyuna müdahil oluyor. Dr. B adında Avusturyalı göçmen bir yolcu ve gizemli bir geçmişe sahip. Bu gizemli geçmişine tam da bu kitap da geri dönüyoruz. O’nun aslında Gestapo tarafından arkadaşları ile birlikte bir işkenceye tabii tutulduğuna şahit oluyoruz. Fakat bu sıradan bir işkence değil, farklı bir işkence türü. Hapishaneye kapatmıyorlar; bir otel odasına kapatıyorlar ve odanın özelliği: içinde hiçbir şey olmaması. Ve onu âdeta bir yokluğa, hiçliğe mahkûm ediyorlar. Odadan sadece sorgulamalar için çıkabiliyor. Bunun dışında sürekli o odada kalıyor. Yazar, hiçlik tanımını psikolojik tahlil yaparak ve insan ruhunun derinliklerini inerek aktarıyor. Nazilerin tecridi altında ruhi dengesini kaybetmiş, kendine bile yabancılaşmış birinin verdiği yaşam mücadelesini, hayata tutunmasını derinliklere inerek anlatıyor. Tüm bedenine hiçlik egemen bir adamın hikâyesi... Tek başınaydı. Cam fanustaki bir dalgıç gibiydi. Zamanı bilmemesi için saati bile alınmıştı. Hiçliğe mahkûm edilmiş bu adamın başına çok ilginç bir şey geliyor. Tamamen bir hiçliğe mahkûm edilen ve hayatına boşluk yaratılan bir insanın başına ne gelirse onu çok heyecanlandırır? Paslanmaya başlayan aklını çalıştırabilecek, derin, anlamlı, uzun ve ona bir şeyler öğretebilecek bir şey bulmuştu. Yapacak hiçbir şeyi olmayan bu adam, nihayet yapacak çok şeyi olduğu düşündüğü bir kitap ele geçiriyor.
Kitabın bir şiir, Goetho ya da Homeros olmasını diliyor. Sabırsızlığına yenik düşüyor, titreyen elleriyle kitabı belinden çıkarıyor ve o kitap satranç kitabından başka bir şey değildi. İşte tam bu noktada Zweig’in usta yazarlığı ile okuyucuda yarattığı heyecan doruklara çıkıyor. Kitabı okurken anlatıcıyla beraber o dünyanın içine giriyorsun. Yaşadıkları heyecana ortak oluyorsun. Güney Slovenyalı Chopein satranç hikâyesinden Dr. B’nin hikâyesine geçerken, ele geçirdiği kitabın bir satranç kitabı olması kadar harikulade bir yazım olamazdı. Okuyucuyu içine çekmeyi başaran bir kurgu. Bu perde arkası tekniği sayesinde, Zweig okuyuculara eyleme olabildiğince yakın olma gururunu yaşatıyor. Kitap, bir satranç karşılaşmasını merkeze alsa da çok daha geniş̧ bir konu yelpazesi içeriyor. İnsanın mecbur bırakıldığı sınırlılıklar dâhilinde kendini aşma çabası; umudun kayboluşunun getirdiği çaresizlik; yeni bir başlangıç için kendi kendine bile meydan okuma; hırsın akla karşı çıkışı; eğitimsiz ve kültürlü, sonradan görme-aristokrat karşıtlıkları ve çelişkileri...
Dr. B’nin tercihi kendini iyileştirecek bir şey bulmaktı ve bunu sürdürebilmek, kendini var etme mücadelesidir. Kendimizle özdeşleştirdiğimizde problemlerle nasıl baş ettiğimize dair bir gösterge sunuyor bize. Buradaki seçimler bizi farklılaştırıyor. Problemlerle baş etme seçimlerimiz kritik duruyor. Einstein'ın kuramında da ispatlandığı gibi "maddenin yapıtaşlarından biride zamandır." Dolayısıyla zaman geçmişte ve gelecekte akacak olandır. Dr B’ nin özelinde bakacak olursak yaşama tutunma gerekçesini bir şeye tutunma, o ana tutunma, geçmişle bağı koparmak ve ana tutunma olarak gösteriyor kendini. Zaman yoktur aslında. Algısal bir şey, bizim ona yüklediğimiz anlam onu nasıl yaşayacağımızı belirliyor. Anı değerlendirmeyi bilen insanlar kolay atlatıyorlar zor günleri.“1994 yapımı Amerikan dram filmi “Esaretin Bedeli”, Viktor E. Frankl’ın “İnsanın Anlam Arayışı” kitabındaki karakterlerdeki ortak özellikleri hatırlatıyor. Üç karakterde de yaşama tutunma, umut vardı. Ruh sağlığını kaybetmemek için bir nesneye ihtiyacı vardı. O nesneyi edindi ve onda ustalaştı. Bu ona yetmemeye başladı. Hep öteki gibiymiş bir süreç başlattı ve kişilik bölünmesi başladı. İki kişiymiş gibi oynadı satrancı. Tam bir satranç zehirlenmesi yaşadığını belirtti. Bağımlılık yapan bir çağrışım vardı. Sadece su içiyor ve sadece satranç oynuyordu. Kendisine bir amaç yaratmak için bu maceraya giriyor ve kontrol edilemez bir duruma dönüşüyor. Psikanalist teorilerinin bu karakterlerin yaratılması sırasında Zweig'i etkilemiş olması mümkün mü? Bunun kanıtı olarak, id, ego ve süperego'nun Freudyen bakışın bir alegorisi gibi görünen aşağıdaki alıntıyı paylaşıyorum: “Ama kendime karşı oynamaya kalkıştığım andan itibaren, bilinçsizce meydan okumaya başlıyordum. Siyah ve beyazdan oluşan her iki ben de yarışa girişmeden edemiyordu ve her ikisi de yenmek, kazanmak için kendine göre bir hırsa, bir sabırsızlığa kapılıyordu; siyah olan ben, beyaz olan ben'in yapacağı her hamleyi heyecanla bekliyordu. Bir tanesi bir yanlış yapınca, öteki ben sevinçten havalara uçuyor ve aynı anda da kendi beceriksizliğine kızıyordu”( Sayfa 42)
Hayatta farklı kimlikler var. Her birimizin ortaya koyduğu bir kimlik var. Hayat içinde de maskelerimiz var. Acaba maskelerimizi mi gösteriyor. O gün taktığımız maske neyse, karşındaki insana göre ne kadar pozisyon alıyorsunuz, kendi kişiliğinize yönelik çabalar ne kadar değerli buluyorsunuz? Kimsiniz bunu biliyor musunuz? Daha çok bizi sevdiğiniz arkadaşına gösterdiğiniz tavır ile sevmediğiniz kişiye göre aldığınız tavır nedir? Kendimizi saklıyor oynuyor muyuz? İki kişi oluşturabilecek noktalar vardı. Gerçek yaşamda da kişilik bölümleri yaşanıyor. Durum ve zaman hangi yönümüzü ortaya çıkarmamızı istiyorsa onu çıkarıyoruz. Ne kadar uçurum var. Her insanın içinde farklı kişilikler var, önemli olan uçurum olmaması.
Sonuç
Yalnızca 64 adet siyah beyaz karenin içinde dönen bir beyin eylemi her zaman akıl üstü gelmiştir bana. Satranca oyun demekle haksız bir kısıtlama yapmıyor mu insan? Satranç aynı zamanda bir bilim bir sanat değil mi? Günümüzden 4000 yıl öncesine dayanan satrancın geçmişi ve bu akıl oyunu üzerine kurgulanmış psikanaliz analizleriyle bezenmiş müthiş bir insanlık dersi. Kitaptaki psikolojik betimlemeler adeta cerrahi hassasiyetle yazılmış. Stefan Zweig, bizi karakterlerinin hikâyesine götürmek için doğrudan ve çağdaş tarzını mükemmel bir şekilde kullanıyor.
Zweig geç tanıştığım; ancak bu tanışıklığımı mutlaka ilerletmek istediğim bir yazar; Satranç ise kitap tavsiyesi isteyenlere mutlaka önereceğim kitaplardan birisi olarak yer aldı kütüphanemde.
Yazar Hakkında
1881 yılında Avusturya'da Viyana'da dünyaya gelmiştir. Varlıklı bir ailede büyüyüp iyi bir eğitim almıştır. Latince, Yunanca, İngilizce ve Fransızca öğrenmiştir. Lise yıllarında şiir yazmaya başlamıştır. Üniversitede felsefe alanında eğitim almıştır. Birinci Dünya Savaşı yıllarında memur olarak görev yapmış savaştan sonra Salzburg'da yaşamaya başlamıştır. Bu yıllarda bir evlilik yapmıştır. James Joyce, Paul Valery, Thomas Mann, Franz Werfel ve Romain Rolland gibi şair ve yazarlarla yakın ilişki içinde olmuştur. Biyografiler, oyun yazarlığı ve öyküler kaleme almıştır.1933 yılında Nazi baskısından etkilenen yazarlar arasındadır. Yahudi kökenli olduğu için Naziler tarafından evi basılmış ve kitapları toplatıp yakılmıştır. 1939'da Londra'ya taşınmıştır. İkinci evliliğini yapıp, İngiliz vatandaşlığına geçmiştir. Sonrasında Brezilya'ya yerleşmiştir.1942 yılında eşiyle birlikte intihar etmiştir.
Yazar: Elif MERT - Yayın Tarihi: 12.04.2021 14:41 - Güncelleme Tarihi: 12.04.2021 14:41