Taş Sektirme Ustası’nın Çağrıştırdıkları

1
"Öyle bir sızı ki bu, anlatmam lazım birine." Cümlesinin herkes gibi ben de muhatabı oldum. Özne-nesne ilişkisi malum. İleti direkt bana gelmiş. Uzun zamandır bunun üstüne düşünüyorum. Eserin bir yönünü öne çıkararak fikir beyan etme itiyadımı bilirsiniz. Geldiğim noktada tamamen gelişine göre notlarımı dizmeye karar verdim. Yazıyı ciddiyetten uzak addedecek okurlar olabilecektir. Onlara da selam ediyorum. Bu yazı da böyle olsun!
Yazarın-anlatıcının sızısı tamamen insani bir odaklanma. Bu da ister istemez okura tesir ediyor. Laf aramızda, "eser" kelimesi "tesir eden" demektir. Bir kitap sizi etkilemediyse ya da bir yazı; onlara kitap ya da yazı demeyin. Yapıt diyebilirsiniz örneğin kitap için, yazı için de karalama veya çiziktirme. Otuz yıl boyunca bendenizi etkilemeyi bir türlü başaramayan müzik şeylerine de "parça" dediler. Eser diyemediler! Her neyse; "İnsan nasıl oluyor da daha önce görmediği birine bu kadar ısınabiliyor? Hiç konuşmadan yan yana otursak yine de anlaşabilirdik onunla. Bir şey anlatmamıza gerek yoktu. Eskiden tanışıyor gibiydik, çok eskiden." (sf.64). Bu içtenlikle cümle kuran kişi, yazar olsun olmasın zaten elest bezminde ruhlarımızın tanışıklığı üzerine hiç kimse olumsuz bir söz edemeyecektir. Bu arada son alıntıda kaç çeşit kip olduğuna dikkatinizi çekmek isterim. Çünkü dikkat etmediğinize eminim. Nasıl emin olabilirim değil mi? Şöyle, cümlelerin retoriği o kadar güçlü ve samimiyeti o denli şedit ki, dikkat etme ihtimaliniz sıfır! Resul Bulama ilginç bir şey başarmış: konuşma dilini yazıya uygulamak! Bunu yapmak hiç de kolay değil.
2
Bir taşın kaç yüzü olduğunu usta bilir. Eskiden duvar ustaları taşın bir yüzünde muhakkak güzelliği bulur ve duvarın insana dönük yüzüne, en dış veya en iç kısma, koyardı. Modernizm kahrolsun! Bunu da elimizden aldı. Tuğla, briket ve ytong gibi malzemeler fabrikasyon mamul olduğundan mütevellit zaten düz imal ediliyor. Bu eşyanın tabiatına aykırı. Çünkü ustalık ölüyor. Resul Bulama da o eski ustalar gibi. Taşların güzel yanını bulmuş anlatmak için. Ancak yanılmayalım; taşların bir yönünü anlatırken insanların da bir yönünü anlattığını unutmayalım. Zaten günümüzden bir pencere açıp bakarsanız bir kamyonun arkasında "insanlar çoğaldıkça insanlık ölüyor!" gibi cümleler görebilirsiniz. İnsan eşittir taş. Bu noktada insanın katılaşması kadar ve ondan daha sert cümlenin taşın katılıktan çıkması, çıkarılması olduğunu görürsünüz. İşte onlardan biri: "Bir tek safiri gördüm, kıyıda yalnız yatan. Suya en yakın yerde, benim gibi yorgun. Renginin parlaklığı gitmiş. Sırtı bana dönük, denizi seyrediyor. Belki o çevirdi onları. Geride başka iz yok. Safiri alıyorum elime. Biliyorum ne istediğini. Gidenlerin peşinden fırlatıyorum onu da. Denize kavuşmaktan mutlu, sekerek kayboluyor gözden. Suya dalmadan önce son bir defa bana bakıyor. Hiç kimseye anlatma diyor bunları. Ben de batan bir taş gibi içimde tutuyorum" (sf. 67). Taşların bir yönünü anlatırken insanların da bir yönünü anlatıyor demiştim ya yukarıda, gördüğünüz üzere insanların taşlaştığı bu modern zamanda Resul Bulama taşları nasıl insanlaştırmış. Taşın isteği, taşın kavuşması, taşın mutluluğu vb. insana mahsus özellikleri zarifçe ve naifçe taşa yüklediğini görüyoruz. Taş adeta canlanıyor, düşünüyor, konuşuyor… Hep söylediğim gibi, gerçeği anlatmak, hatta bir kamera gibi göstermek falan anlatıcılığın yanında hele hele de cansızı canlandırmanın yanında hiçbir şeydir. Hikâyenin popüler olduğu bir zamandayız madem, hikâye yapan hikâye yazarları; hikâye anlatıcılarından örnek alsınlar! Esas olan belki de anlattığın şey değil, şeyi nasıl anlattığındır. Bu cümle estetikle retorik arasındaki farktan yola çıkılarak kurulmuştur. Anlattığın şey önemli olmaksızın güzel anlatmak retoriktir. Anlatma şekli önemli olacak şekilde söylüyorum, güzeli anlatmak da estetiktir. Resul Bulama hikâyeleri tam olarak bu eksende düşünülüp değerlendirilmelidir.
3
"Taşın adı 'sert' e çıkmış olmalı, görüntüsünden ötürü. Fakat ne kadar katı görünse de dalgaların elinde hamura dönmekten kurtulamaz. Kim bilir bu hale gelene kadar neler geçmiştir dalgalarla arasında? Teslim olmanın kolay olduğunu kim söylemiş! Yüzeyinde fazla olan ne varsa götüren deniz, bana da bunu yapmaz mı? Çok sık gidip gelsem yanına, yapmaz mı bana da bunu?" (sf. 14). Yazarımız bu alıntıda da gördüğünüz üzere, anlatı esnasında eksantrik ya da fantastik bir aksiyona yüz vermiyor. Dilin uçlarına, anlatmanın sınırlarına falan yaklaşmıyor. Anlatıyor. Taşı anlatıyor, denizi anlatıyor. İnsan olmakla biriken bütün yorgunluğumuzdan çıkarıp bir "insanlık" haline büründürüyor. Okurun ilgisini çekmek ve -tabirimi maruz görün- onu tavlamak için uğraşmıyor. Ama bir şey yapıyor: taşın her yüzüne bir hikaye.. af edersiniz her insanın taşa bakışına bir hikaye.. yok yok. Kahramanın ve kahramana diğerlerinin bakışını gösteren hikayeler.. yazıyor. Aslında tek hikâye var ortada. Bakışa göre farklılaşan taraflarına eğilmiş. Bu tavrın da genel anlamda edebiyatta özel olarak da hikâye dünyasında yeni ve başarılı bir çıkış olduğunu düşünüyorum. Hikâyenin popüler olduğu bir zamandayız, dedik madem; hikâye yapan yazarlara bir öneri ya da uyarı olsun. Bir olayı sekiz farklı kameradan izlemek de hoş oluyor.
4
Hikâyelerin (aslında tek hikâye demiştik ya) bitmeyen bir lezzeti var. Bin Bir Gece Masalları'ndaki gibi… Diğer hikâye okuru davet ediyor. Okurken bir önceki hikâyenin kahramanı ve olayı sonrakinde hatırlatılıyor daha doğrusu ima ediliyor. Bir çeşit üst kurgu ya da çerçeve hikâyenin üstkurgusu. Uydurursak "örtük üst kurgu." Kısaca izah etmeye çalışayım: bir çerçeve hikâye var en dışta. Diğer hikâyeler bu dış hikâyenin içinde açılım kazanıyor. Yazar örtük şekilde neler anlatacağını söylüyor.
5
"İnsanın içinde dişliler var bence. Tıkır tıkır çalışıyorlar. İçlerinden biri kırılmayagörsün, hep aynı yerde takılıp kalır insan. Döner durur, dolap beygiri gibi. Hele bu dişli yaşlıyken kırılmışsa o zaman gençliğinde neyle meşgul olmuşsan o çıkar ortaya....Herkesin avuçlarında bir şey kalır ihtiyarlayınca. Son gücünü ona saklar. Sen yaşlansan ne kalır aklında, düşündün mü?'' (sf. 35). Kitabı okuyan herkesin avucunda bir şey kalıyor. Benim de kaldı örneğin. Gayrı ihtiyari üfledim. Yazarın bıraktığı kelimeler, kelimelerden sızan usare, usarenin içindeki insan. İnsandan sonrasını yazmayacağım. Bilimsel bir cümle olamayacak kadar sübjektif çünkü. İnsana aşinalık bir gerektir ve Üstad Sezai Karakoç'un "Ötesini Söylemeyeceğim" şiiri geldi aklıma: "Yağmur yağıyor ve bazı tahtalar vardır / Suyun içinde gürül gürül yanan../.. Hiç kimsenin bilmesine imkân yok / İmkân ve ihtimal bile yok sizin bilmenize Bay Yabancı"
6
Her iyi kitabın kitap olmanın ötesinde, bir gediği kapatma ya da bir gedik açma gibi bir özelliği vardır, olmalıdır. Attığımız taş ürküttüğümüz kurbağaya değmeli, değil mi? İlk dergi çıkarma maceramız esnasında, dergimizin gerekliliğiyle ilgili yaptığımız teatilerde "bir boşluk olmalı ki dolduralım, yoksa niçin dergiye emek verelim?" sorusuna şu cümle cevap olmuştu: "Bizim anlatacağımız hikâyenin bir anlamı var, bunu anlatabilmek için eğer boşluk yoksa boşluk açarız." Hikâye dünyası-kanonu her neyse, aralarında kocaman bir anlatıcı boşluğunun varlığından haberdar olmamış olabilir. Resul Bulama eseri tam bu boşluğa oturmuş. Bunun adı yaklaşık şöyle bir cümledir: Bir anlatının kimsenin görmediği diğer boyutlarını anlatmak. Durum, anlatı için de bir imkandır. Yazar içinde biriken tortuyu taşa dönüşürken yakalamış görünüyor. Bu yaylıma yakalanan okur da yüreğine oturmuş taşların ağırlığını atıyor.
7
Kitapla ilgili notlarımı karıştırırken, "Taş Sektirme Ustası'nın anlatı türünün tespiti" şeklinde bir nota rastladım. Bu eserin bir uzun hikâye olmadığı malum, bir roman da değil, klasik bir hikâye kitabı da değil. Hepsine yakın aynı zamanda ve fakat hiçbiri değil. Bunca değilden sonra "neden tespit edilsin ki" dedim. Nasılsa değillerini söyledik. İlla ne olduğu lazımsa biri tespit eder. O sırada Taş Gazelini mırıldandığımı fark ettim. Size de bir kısmını aktarmazsam olmaz. Göz hakkı için buyurun, aşk ile:
"Taş taş değil bağrındır taş senin / Nereni nasıl yaksın söyle bu ateş senin
Ülkendir taş ve beton bu yanlışkent / Her gün bir yanın biraz daha taş senin
Taş alanlarıdır taş insanları taşır bir / Nereye gelsen ey aşk karşında bu taş senin
Uygarlığı taşla taşımak çağlar üzre / Kolların bu denli güçlü müdür senin
Bir taş devridir ama bağışla beni / Niçin bunca geldim üstüne ey taş senin" (Osman Sarı)
8
Eleştirinin işlevlerinden biri, edebi eserin anlamını ortaya çıkarmaktır. Bu cümlenin arka planında elbette olan-görülen bir anlamdan çok, yazar tarafından gizlenen bir anlam üzerinde durmamız gerekiyor. Eleştiri bu anlama eğilerek hem yazar hem de okur için bir faaliyet yapmaktadır. Soyut alanda ve bir örtü altında bulunan anlamı somutlaştırmaksa derdimiz, ilkin anlam fenomeni üstünde düşünmek gerekir. Eser anlaşılmayı, açımlanmayı bekleyen edebi bir nesne, edebi bir durum ya da edebi bir süreçtir. Onu ne olarak (bir nesne, bir olay ya da bir süreç) kabul ettiğimiz, üstünde bulunduğumuz kuramsal zeminin kimliğini ele verir. Yeni Markist kuramda bir olay, yapısalcıların bir nesne, alımlama estetiğinin bir süreç olarak görmesi bu savı açıkça ortaya koyar. Olay kavramını yeğleyen Terry Eagleton, bu seçimle eserin tarihselliğine vurgu yaparken aynı şey için olgu terimini kullanan Roland Barthes tarihsellikten antropolojik alana geçmiş olur. "Taş Sektirme Ustası" söz konusu olduğuna göre ve benim algılama şeklime göre süreç meselesi bu eser temelinde gündem olmuştur. Bunu, bu eseri inceleyecek eleştirmenlerin olduğu varsayımına göre söylüyorum. Neticede ne taşın yüzü biter ne de anlamlandırılması.
9
Yazarlık nerden bakarsanız bakın çift yönlü, çift yalmanlı ve keskin bir bıçak gibidir. Bu cümleyi hikâyeye adapte edersek, hikâyelerin anlatıcısının zihniyetinden bağımsız olamayacağı gerçeği etrafında bir tür biyografi olduğu, öte yandan kurmaca olduğu açıkça ortadadır. Biyografi olması anlatıcının kaçamayacağı bir zihniyet ve de gerçeklik; gerçekliği saf şekilde sunamaması veya anlatamaması sebebiyle biraz da mecburen kurgusal gerçekliğe mahkûm oluşu… Çift yalmanı da çift yönlü keskinliği de anlatmış oluyoruz sanırım. Şunu da demiş oluyoruz. Bu "taş" meselesi ya da sembolizmi Resul Bulama'nın hayatından bağımsız olmadığı oranda kurgudan azade de değil. Resul Beyi ısrar ve şiddetle tebrik ediyorum.
Yazar: Ethem ERDOĞAN - Yayın Tarihi: 14.07.2023 09:00 - Güncelleme Tarihi: 03.07.2023 14:31
Değerli Ethem hocam, eskiden duvar ustalarının taşın bir yüzünde muhakkak güzelliği bulduğunu ve duvarın insana dönük yüzüne, en dış veya en iç kısma, koyduğunu ifade etmişsiniz. Kitabın sizdeki çağrışımlarını görmek ustalığın çok yönlü olduğunu hatırlattı bana. Her bir taşı tek tek hak ettiği yere özenle koymuşsunuz. Kurmaca ve gerçeklik boyutundan taş ve insan benzerliğine, hikâye anlatıcılığından "örtük üst kurguya", retorik ve anlatım türünden konuşma diline kadar tespitleriniz için teşekkür ve şükranla.