Taştım, Sektim, Battım

Sümeyra ÖZAT yazdı..
"Aslında her okur, okuduğu esnada kendi kendinin okurudur. Yazarın eseri, okura sunduğu bir görme aygıtına benzer; okurun o kitap olmasa kendinde belki fark edemeyeceği şeyleri görmesini sağlar. Kitapta söylenenleri okurun kendinde tanıması, kitabın gerçekliğinin kanıtıdır..."
(Marcel Proust, Yakalanan Zaman, s. 218)
Bizleri pek çok şeyden alıkoyan hayat telaşına rağmen, sosyal varlıklar olmamız hasebiyle üzerine düşündüğümüz dahası düşünmenin zorunluluk haline geldiği bazı kolektif konular vardır: Var olma çabası, benlik arayışı, yabancılaşma, aidiyet, sosyal beklentiler, birey-toplum çatışması, normallik algısı...
Kitaplar -doğrudan yahut dolaylı- insanlığın bu ortak paydasına temas ettiği ölçüde Proust'un bahsettiği gerçekliğe ulaşır. Zira okunan artık kitap değil, okurun kendisidir. İşte tam da bu konulara mercek tutarak okuru için bir çeşit görme aygıtı işlevi üstlenen ve onları içgörüye yönelten bir kitap ile beraberiz: Taş Sektirme Ustası.
Değerli okur ve yazar Resul Bulama'nın emektar kaleminden bizlere ulaşan, toplamda 22 öykü barındıran bu tematik öykü kitabında zannımca en çok dikkat çeken noktayla başlamak istiyorum incelememe. Yani kitabın profesyonel sadeliğiyle! Her türlü aşırılıktan bir heykeltıraş titizliğiyle törpülemiş adeta eserini yazar. Gülümsetiyor ama kahkaha attırmıyor, hüzünlendiriyor fakat ağlatmıyor. Öyle ki varoluşsal sancıların dahi bir ölçülülüğü söz konusu, intihara meylettiriyor lakin en nihayetinde yaşama arzusunu galip kıldırıyor.
Arka fonda özenli bir araştırma ve ön hazırlığın yapıldığı aşikâr olsa da göze batırırcasına hissettirme çabasına maruz bırakılmamış okur. Bu nedenle 'profesyonel sadelik' tabirini kullandım. Kapağıyla, konusuyla, karakterleriyle ve üslubuyla TRT dizisi softluğunda bir kitap.
Gelgelelim Kierkegaard'ın da dediği gibi, "Herkesin daima fazladan küçük bir aykırılığı olmalıdır." Yazarımız da bu aykırılığı, gidemeyen ama bulunduğu yerde de kalamamanın arafında savrulan kayıp bir başkarakterle koyuyor meydana. Öyle kayıp ki karakterimiz, bir ismi dahi yok! Kitap boyunca Selim Bey'in oğlu veya Taş Sektirme Ustası olarak anılıyor. Taş sektirmedeki mahareti, isminin önüne geçmiş bir usta. Cümle ahalinin işsiz güçsüz bellediği kahramanımızın "usta" olarak addedilmesinde de bir ironi olduğu aşikâr. Selim Bey'in oğlu olarak anılmasının hikâyesi ise çok daha derindir fikrimce. Kim bilir, toplumumuzda evlatların ille de ebeveynlerinin istek ve beklentilerinin gölgesinde yaşama mecburiyetine bir dokundurmada bulunmayı niyetlemiştir belki de yazar. Nitekim ustamız ve babası arasında da bir türlü aşılamayan manevi uzaklıklarla ve ulaşılamazlığın hamuruyla yoğrulmuş yaralı bir ilişki söz konusu. "Ki her insan bir miladı yaşar, bir yerde hayatının." der bir şiirinde Ahmet Erhan. Kitabın "İnsan Taşa Benzer Mi!" adlı ikinci öyküsünde, Taş Sektirme Usta'sının babasıyla yaşadığı olumsuz bir çocukluk anısından bahsedilir. Kahramanımızın sürekli deniz kenarına "sığınmasının" miladı, bahsedilen bu olumsuz anı olabilir belki. Zira kitabın "Taş da Bir, Kum da Bir" adlı öyküsünde (s. 91) babasıyla konuşamadığı için deniz kenarına gittiğini söyler kahramanımız.
Yaşamda anlam arayışı, insan davranışlarına yön veren temel ve sürekli bir güdüdür. Her birey, kendi anlamını kendi bulmakla yükümlüdür. Bu arayış ketlendiği zaman, insan kendini okyanusun ortasındaki başıboş bir konserve kutusu misali hayat çalkantıları içerisinde oradan oraya yalpalarken bulabilir. Taş Sektirme Ustası da kitap boyunca bir öz arayışı içerisindedir. Bundandır ki kimi zaman kendini denizin ortasında kalmış küreksiz bir kayıkla tasvir ederken kimi zaman uçuşan toz zerrelerine benzetir kendini. Bir bakarsınız diplere batan bir taş ile özdeşleşir, beri yanda delinin biriyle bağdaşım kurarken yakalarsınız onu. Benzetmelere özel bir ilgi duyduğu bu konudaki maharetinden de anlaşılan yazarımız, kahramanın öz arayışını "Toz ve Gölge" adlı kitabın en sevdiğim öyküsünde çok güzel tasvir etmiş. Bu öyküde kahramanımızın duvardaki gölgede gördüğü "denizin ortasında kalakalmış küreksiz ve biçimsiz bir kayık" yansıması, bizzat kendisini temsil eden muazzam bir metafor. Modifiye gölge konusunda da ayrı bir hünere sahip olan ustamız akabinde, kendisi gibi ortalık yerde kalmasın diye parmaklarıyla yelken yapıp nefesiyle rüzgar oluyor gölgeden kayığa.
"Sevdiğimiz insanlar, her zaman açıkça seçemesek de peşinde koştuğumuz bir hayali özlerinde barındırırlar." der Proust. Kim bilir sevdiklerimiz hangi hayalimizi temsil ediyor ve kim bilir bizler, sevildiklerimizin hangi hayaliyiz peşinden koştuğu? Peki Taş Sektirme Ustası'nın sevdikleri onun hangi hayallerini barındırıyordu özlerinde? Çocukluk arkadaşı olan muhtarın oğlu mesela, gidebilmenin ta kendisiydi belki de! Anıları, beklentileri, serzenişleri, gelecek kaygılarını ve daha nicelerini ardında bırakarak kalamadığı yerden çekip gidebilmenin...
Aralarında bir "gibilik" farkın kaldığı köyün delisi Memet mesela, mutlak İzolasyon haddine varabilmenin aşkınlığı değil de nedir dostlar? Umursamaktan feragat ederek yadırganmamaya erişebilmiş bir adam. Bu mertebeye ulaşabilmenin yegane yolu, akıldan ve gerçeklikten azade olabilmektir belki de. Kıymetli yazarımız Resul Bulama'nın pek sevdiği (üç defa okunmasından anlaşılacağı üzere) Don Quijote kitabında Cervantes görebilen için hikmetler içeren bir soru yöneltir, "Söyler misiniz, acaba kim daha delidir, elinden başka türlüsü gelmediği için deli olan mı, bile isteye deli olan mı?" Ustamızın hangi kategoride yarıştığını kestirmek zor.
Tanımlanamayandır insan, tanıma sığmayıp tanımdan taşandır insan. Hal böyleyken insana dair olanlar da bir parça kestirilemezlik barındırır. Kahramanımıza diğer her şeyden el çektiren taş sevdası tutku mudur, yoksa bir takıntı mıdır? İnsanlarda veya başka uğraşlarda bulamadığı neyi veriyordu taşlar ona, hangi teselliyi? Sükutu mu, koşulsuzluğu mu, yadırganmamayı yahut yargılanmamayı mı? İfadesizliğin timsali olan taşlar, ne ifade ediyordu onun için?
Madem söz taşa değdi sözün burasında Safir'e de özel bir parantez açmak isterim. Hayır, değerli bir taş olduğundan değil! Bilakis yazarın kaleminde değerin göreceliliğini vurguladığından. Usta, Safiri denize atıp sıradan(!) taşlarla bir tutarak değerin, atfedilen manadan ileri geldiğini gösteriyor bizlere ve en değerli olanın dahi bir sekimlik canının olduğunu. Safir pek çok sırrı gizliyor bağrında. Değil mi ki batmadan evvel son bir defa dönüp "Kimseye anlatma!" demişti...
Sözü daha fazla yormadan nazar boncuğu niyetine birkaç eleştiride bulunup tamamlayacağım incelememi. Kitabın ikinci öyküsünde, daha önce de söz ettiğim üzere kahramanımız ile babası arasında geçen ve -yazar bunu açıkça belirtmese de- kahramanımızı etkileyip hayatının şekillenmesinde önemli rol oynayan olumsuz bir anıdan bahsedilir. Her insanın hassasiyet ve duyarlılık eşiğinin farklılık gösterebileceği fenomenini de dikkate alarak söylemek isterim ki söz konusu olumsuz anının, bir insan üzerinde bu denli bir etki yaratacak güçlülüğe sahip olmadığı düşüncesindeyim. Yazarın sade ve ölçülü biçeminden, çocuğun ayaklarından tavana asılıp kırbaçlandığı arabesk bir hikâye bekliyor değilim elbette. Bununla birlikte daha güçlü bir anı sunulabilirdi fikrimce. İkinci eleştirim ise Taş Sektirme Ustası'nın, kitabın ikinci yarısında birdenbire Resul Bulama'ya dönüşmesi. Kahraman, ilk yarıda kendi halinde bir kasaba sakiniyken ikinci yarıda -herhangi bir ön hazırlık yahut ara fon olmaksızın- radikal bir biçimde entelektüel bir insana geçiş yaparak okura yadırgatıyor kendini. En azından bir yerlerde eline bir kitap tutuşturulduğuna şahitlik etseydik, böyle gafil avlanmazdık hiç değilse.
Son olarak da gelelim Jung materyaline. Materyal ifadesini kullandım çünkü içerikte işlenme yönüyle ele alacağım Jung'u. Naçizane yazara da Jung'a da az buçuk aşina olan bir okur olarak söyleyebilirim ki yazar, Jung'u tam manasıyla özümseyememiş ve özümsetememiş. Aksi halde Resul Bulama gibi incelikli bir yazarın, Jung gibi mistik derinliğe sahip olan bir materyali öyküleriyle çok daha nitelikli bir biçimde harmanlayıp harikalar yaratabileceğini biliyorum.
Taşın en nihayetinde hamura tekâmül ettiği bu kitapta, bir çeşit "hamdım, piştim, yandım" düsturuyla bilmekten bilememeye evrilen bir seyir uzanıyor sözcüklerin saklısında. "...sanatsal değere sahip bir yazı için bir uyumsuzluk olmalı yazarda. Ya hayalleri uzakta kalmalı, ya da yaşadıklarında onu rahatsız eden bir şey. Yoksa yazmak çekilesi değil." demiş yazar KitapHaber'de verdiği röportajında. Yazmayı kendisi için çekilesi kılan bu ilk eser, yazarın uzakta kalmış hangi hayallerinin veya duyduğu hangi rahatsızlıkların bir neticesidir bilinmez. Fakat uyumsuzluklarını daima böyle güzel eserlerle yüceltmesini temenni ederim. Yazın yolculuğunda kalemine taş değdi, ayağına taş değmesin...
Kaynakça:
- Cervantes, M. (2021). Don quijote 1. (Çev. Hakmen, R.). Yapı Kredi Yayınları. s. 535.
- Erhan, A. (2015). Burada gömülüdür 1. Kırmızı Kedi Yayınları. 94.
- Kierkegaard, S. (2010). Baştan çıkarıcının günlüğü. (Çev. Sertabiboğlu, S.). Ayrıntı Yayınları. s. 17.
- kitaphaber.com.tr. (2023). https://www.kitaphaber.com.tr/gunumuzun-anlaticilari-resul-bulama-ile-konustuk-k5401.html
- Proust, M. (2020). Yakalanan zaman. (Çev. Hakmen, R.). Yapı Kredi Yayınları. s. 148, 218.
Yazar: Misafir Köşesi - Yayın Tarihi: 12.05.2023 09:00 - Güncelleme Tarihi: 08.05.2023 02:34
Keskin ve adil kılıcınızla kitaba değer kattınız Sümeyra hanım. Öykülerimde elimden geldiğince olanların, olmayanların, olacakmış gibi yapıp yarım kalanların peşine düşmeye çalıştım. İncelemenizi okuyunca isim yazmasa da kılıcınızdan tanırdım sizi. Birikiminiz ve öznel bakış açınızla siz de bu olanların, yarım kalanların incelemesini deneme tadında yazmışsınız. Kitap Haber’de hep yazmanız temennisiyle. Teşekkürler.