Türk Edebiyatında Şiirin Dünü Bu Günü Yarını Sohbet, Söyleşi, Bilal CAN

Türk Edebiyatında Şiirin Dünü Bu Günü Yarını Sohbetler II yazısını ve Bilal CAN yazarına ait tüm yazıları Kitaphaber.com.tr sitemizden okuyabili

Türk Edebiyatında Şiirin Dünü Bu Günü Yarını Sohbetler II

20.11.2023 09:24 - Bilal CAN
Türk Edebiyatında Şiirin Dünü Bu Günü Yarını Sohbetler II

Bilal CAN

Şiirin sadece kendisi olmadığını ifade ediyorsunuz, şiirin salt şiir olmaması, onu diğer tüm şeylerle bağlantılı bir hale getirir ki, bu da sanırım onun etkisini/desibelini arttırır. Şiir de bir ses, söz ve anlam üzerinden etkili söyleme biçimi olarak literatürde yer edinir. Sözü değerli kılma ve söz üzerine düşünmeye sevk etme de şiirin başka bir boyutu. Her anlatım ima yoluyla yer edinir şiirde. İma etmek, gösterilmek istenileni başka açılardan yansıtmak… Borges bu konuda şunu aktarır: "anladığım kadarıyla ima edilen bir şey, bildirilen bir şeyden çok daha etkilidir". Bunun üzerinden biraz ilerleyelim istiyorum. Son cümlede aktardığınızı saklı tutarak…

İma etmek, şiir açısından metaforlarla ilerlemeyi zorunlu kılar. Bir dağı göstermek istediğinizde işaret parmağınızı kaldırarak oraya bakılmasını istersiniz. Bir bulutu yahut bir çiçeği, bir nesneyi, bir olayı da aynı şekilde. Ama bir çiçeğin üzgünlüğünü, bir bulutun küskünlüğünü, kanadı kırık bir kuşun merhamet istemesi ise metaforik bir mesele. Bunlar sadece söylenip geçilecek meseleler olarak değil, daha derinlere inmeyi gerektiren, anlamı sağıltılmış ifadeler. Bir çiçek nasıl üzülürün cevabını bulmak bir bulutun küskünlüğünü anlamaktan geçer, kanadı kırık bir kuşun merhamet istemesi daha yoğun bir duygudurumu ve düşünce durumuna işaret eder. Yine Borges, metafor üzerinden aktarımda bulunurken Çinlilerin dünyayı tanımlarken "on bin nesne" olarak tanımlandığından bahseder, dünyanın on bin nesne olarak tanımlanması, on bin anlamanın olduğuna bizi sevk ederken, on bin ayrı parçanın da dünyanın tanımlamasına dair parçalar taşıdığı gerçekliğine ulaştırıyor bizi. Konuyu şuraya getirmeye çalışıyorum: şiir ve metafor. Bu bağlamda bizim dünyayı algılama biçimimiz ile dünyanın bize karşı konumu arasında şiiri nereye sıkıştıracağız? Tüm bu metaforlar bizim dünyaya karşı bir savaşımızın yahut anlamlandırmamızın ürünü müdür?

Diğer mesele; şiirin mısra, ses, söyleyiş unsurları biraz önce ifade ettiğimiz metaforlar üzerinden sıkıştırmaya mı sebep olur yahut şiirin olmazsa olmazları mıdır bunlar? Mısra şiir için vardır bu muhakkak, ses- şiiri güçlendiren bir yardımcı elemandır, söyleyiş- şiirin farkındalığını ve özgünlüğünü ortaya koyar. Peki ya bunlarsız nasıl bir şiir olur?

Ethem ERDOĞAN

Elbette. Şiir sadece kendisi değildir. Aksi halde şiiri olması gerekenden "olduğu" hale indirgemiş oluruz. Dolayısıyla da şiirin etik ve estetik hinterlandını daraltmış oluruz. Çünkü hiçbir sanat ve özelde de şiir kendi hacmi kadar yer kaplama lüksüne sahip değildir. Sanatın temel işlevi de buna müsait değildir zaten. Şöyle de söyleyebiliriz sanırım: sanatın salt kendi olması onun üretim ve yaratımının zemini hatta zihniyetini oluşturan şeylerden koparılması demektir. Özele indirirsek, şiirin salt şiir olması, onu bağlantılı olduğu diğer tüm şeylerden bir anda koparmak demektir. Oysa şiirin zemini oluşturan bir hayat vardır. Bir yönüyle o hayatın gelgitlerinden bir kaçma, diğer yönüyle de o hayatın bir çıktısıdır şiir. Dolayısıyla söylediğiniz şekilde etki ve desibel artırımı hayatla ilişkisinde düğümlenmiştir. Burada belki de iyi şiir – büyük şiir ikilemine doğru bir yaklaşım sunmamız gerekir. Konuyu tartışmak yerine örnek verelim. Üstad Necip Fazıl'ın "Kaldırımlar" şiiri iyi şiirdir ama "Sakarya Türküsü" büyük şiirdir. Üstad Sezai Karakoç'un "Kapalı Çarşı" şiiri iyi şiirdir ama "Sürgün Ülkeden Başkentler Kentine" şiiri büyük şiirdir. Etki etme meselesi, şiirin toplumun sanatla ilgili kısmını aşıp genele ulaşması vb durumlarla birlikte ele almak gerekiyor.

Sözü değerli kılmak ah evet. Yaşadığımız hatta yaşamak zorunda kaldığımız bir yüzyıl için lüks sayılacak durumu geldi değil mi? Hızlı bir modern hayat, bütün gün aptal bir koşuşturmaya mahkum insanlar var artık. Batının böyle yeni bir huy edindiğinden de söz etmemiz lazım. Önce hayatı yaşanmaz hale getirdiler sonra da insanlara buradan çıkış yolu gösteriyor, onu kutsamaya çalışıyorlar. Slow city kavramı var ve belli çevreler bunu fazlaca önemsiyor misal olarak. Ancak burada da bir mesele var. Modern hayat tarzından bıkan insanlar kaçmaya çalışıyor, kırda bayırda, köyde kasabada kendince makul ve küçük bir hayat kurmak istiyor. Ancak modern hayatı dayatan batı (modernlik, çağdaşlık, medeniyet vb.) alternatifi de üretiyor. Oysa ana akım bir tarz-ı hayatın antisi de kendisinden bir çıkma olmuş oluyor. Bu durum panoptikon üzerine yeniden düşünmeye sevk etme eğiliminde bizi. Kısaca hatırlayalım. Panoptikon hapishane meselesinde en önemli husus "hücrenin içindeki sakine saklanacak hiçbir yer bırakmaması" idi. Slow city kavramını bu gözle de irdelemek gerek belki. Öte yandan "yeni dünya"da hiç de azımsanmayacak kadar aile metropollerdeki modern hayat şartlarından kaçarcasına Alaska ormanlarına sığınıyor ve kulübelerde yaşamayı tercih ediyor. Tabii olana meyil insanda fıtri bir durumdur. Kendimiz için de durum böyle. Bir köyümüz var, senede bir-iki gün gideriz, ama biliriz son kertede sığınabileceğimiz bir yerimiz vardır. Buraya şu açıdan da geliyoruz: metropolde söz tükendi. Zaman tükendi çünkü. Gerçekler tükendi en nihayet. Ya da insani öz tükendi deyip bağlayalım. Bireysel hayat, mesaiden önce ve sonra iki saate varan yolculuklar, sosyal hayata zaman ayıramama… Gerçekler bu profili yeterince irite ediyor zaten. Bu profil için gerçekler değersizleşiyor ve yerini magazin alıyor. (Oysa o magazinel unsurlar-kişiler, laçka ilişkiler hepsi yine sistemin üretip sunduğu alternatifler.) Zaman darlığı da bunda önemli bir etken. Bir meseleye ait gerçekliği uzun uzadıya incelemek yerine reels videoları izlemeye zorlanmaktadır bu profil. Mesaideki ast-üst ilişkilerinin ve iş yerindeki ilişkilerin söze değer atfetmeyi zorlaştırması da cabası. Bütün bunlara bakınca sözün nerede olduğu da ortaya çıkıyor. Söz metropolde kıymetsizken kırsalda önemini koruyor. Mesela orta boy bir Anadolu şehrine, bir kasabaya gidin, bir cami etrafında kümelenmiş yapıların kenarında tahta veya hasır taburelerde oturup sohbet eden insanlara rastlayabilirsiniz. Oradaki sözün değerini kafeterya ortamında müziğe benzeyen şeylerin gürültüsünde yapacağınız görüşmelerle kıyaslayamazsınız.

Meselenin çok fazla çıkması-uzaması var elbette. Bazı yönlerine bakmak yukarıda tasvir edilen hayatı ve bu hayatın da sanattaki-şiirdeki değişiminin izlerini takip etmek dönem zihniyetinin etraflıca tespit edilebilmesi bakımından çok önemlidir. Sizin de ifade ettiğiniz, aktardığınız üzere, anlatımı bir fenomen olarak aldığımızda yaşanan halihazır-son dönemin sanat ön şartına ilk bakışta uygun olduğunu görüyorum. Çünkü anlatım kısa, görsele dayalı ve aforizma tadında. Bu durumda sizin "Her anlatım ima yoluyla yer edinir şiirde. İma etmek, gösterilmek istenileni başka açılardan yansıtmak… Borges bu konuda şunu aktarır: "anladığım kadarıyla ima edilen bir şey, bildirilen bir şeyden çok daha etkilidir." aktarımınızın sanat-şiir açısından yerini bulması gerekirdi. Çünkü tasvir ettiğimiz yaşantı biçimi sözü kısaltan-azaltan ve değerini yadsıyan bir yapı arz ediyor. Belki deneysel şiir tarzındaki mevzi çalışmalar yaşantı ile şiir tarzı paralelliğine örnek verilebilecektir. Ancak bunun spesifik olma özelliği henüz ortadan kalkmış değil, görünen o ki, bu durum stabil devam edecek. Bu durumla aktarımınızı bütünleştirmeye çalışıyorum elbette ama şiirin en temel ve genel-geçer kurallarından olan "az kelime çok anlam" dizgesi üzerinde bir kırılma oluşuyor. Bu dizge sözü ötelememek adına en azından "az kelime" olarak kalmak zorunda çünkü. Sözü, kendisinden çok "dolayımında" bulunan anlamlara yönelik olması hasebiyle değerlendirmekten vazgeçemeyiz. Anlatımın ima yoluyla şiirde yer edinmesi aktarımınızı bir "an" ya da bir "görünüm" donması (doğu toplumlarında varlığa isim verilişiyle o varlığın hareketi sonlandırılır.) bir fotoğraf karesi gibi şiirize edilmesini sağlamak olarak alıyorum. Yani im(a)ge… İşte Borges'i de o kanaate ulaştıran şey bu. Hatta Mehmet Özger'in ifade ettiği gibi. Yaklaşık olarak şöyle idi: sözü kalıcı kılma yolu onu imge ile anlatmaktır. Kutsal kitaplar bundan dolayı (bütün çağlara hitap edeceği için) imgesel anlatıma başvurmuştur. Bu açılım bize birçok değerli şeyi bir arada gösterme gücünü veriyor. Borges'in "anladığım kadarıyla ima edilen bir şey, bildirilen bir şeyden çok daha etkilidir." İfadesindeki ayrıntıya da ayna tutarsak, özellikle modern insan ve "z kuşağı" açısından ilginçtir. Modern insan denilen ve belli tanımlarla kategorize edilen varlık, peşin peşin her şeyi bildiği zehabındadır zaten. Ona yapılan diğer bildirimlerin, aktarılan bilgilerin değeri yoktur. Çünkü modernizm bilimsel saydığı her şeyi belli kalıp ve şablonlara oturtmuştur. Verileri bile tasnif etmiştir. Bunun harici şeyler bilimsel kabul edilmez vs. Bu veri şablonu dışında kalan tonlarca bilgi, geleneksel aktarım, sezgi ile tevarüs edilenler vb. önemi yoktur. Ona ezberletilen şeyleri de ona bildirmeye zaten ihtiyaç ve gerek yoktur. "Z kuşağı" ise yetişme tarzından kaynaklı olarak bildirime kapalıdır. Borges'in imayı öne çıkarması çok önemli. En azından aklıyla gönlü arasında sorular olacaktır. Zaten esas olan da sorudur. Biri nasılsa cevabı bulur.

Anlam bazen boşlukta salınım halindeymiş gibi duruyor izlenimi verirken arka planında güçlü sembolizme sahip olabiliyor. Örneğin Haşim'in Merdiven'i. Yekten "ağır ağır çıkacaksın" ifadesiyle giriş okura ilk olarak serbest salınım hissi verebilir. Bazen salkım ve öbek halinde yaklaşık nesne ve ifadelere yönelik gibi dururken ters köşe yapabiliyor. Klasik şiirimizdeki tenasüp ve leffü neşir örneklerinde olduğu gibi. Bazen de hırçın ve uçarı bir dağınıklığı, misal merkezsizliği yani post moderni bütünlüklü şekilde hatta bir paket halinde görmeyi sağlıyor. Bunu da günümüz edebiyat dergilerinde görmek mümkündür. Durumun en iyi açıklaması "kosmozun kaosu" belki. Küçük bir deneme yapalım: Kaos bir alan bir düzlemdir, sınırsız bir evrendir. Kaosta her şey saf potansiyeldir. (Bu cümlelerdeki kaos yerine şiiri koyup okuyalım.) Hayat bir yanıyla öngörülemez yani kaotik bir süreçtir, kestiremeyiz. Güzelliği de buradadır. (Bu cümlelerdeki hayat ve güzellik yerine şiiri koyup okuyalım.) Aslında kaos da organizedir hatta bu organizasyonun kendisi de kaotiktir. Yani kuralların olduğu bir kuralsızlık… Uzatmadan özet geçelim: düzen ve kaos birbirinin besinidir ve bu çağlar boyunca hep böyle olmuştur. Siyaset denilen şey de bütün olarak bunun üstüne kuruludur. Üstad Necip Fazıl'ın "Ey düşmanım sen benim ifadem ve hızımsın / Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın" mısraları tam olarak bunu anlatır. Bu kısmı da hayat-şiir ekseninde okumamız lazım. Hatta bu da yetmez, anlatma-ima etme (imgelem) bağlamında da görmemiz gerekir. Burada konuyu şiir ve metafor eksenine getirelim. Temelde bir şeyi başka bir şey ile anlatmak anlamı verilir metafor için. O zaman şeytanın avukatı soru sorsun: bir şeyi neden kendi dışında başka bir şey üzerinden anlatmak gereksin? Her şeyin kendi kapsamıyla kendi üzerinden anlatılması hem daha doğal hem daha doğru olmaz mı? Hatta şu soru: okuru bu bilmeceyi çözmeye neden mecbur bırakalım? Bu akıldane sorulardan elbette bir yere varmayı planlamıyorum. Şiir ve şiiri ifade şekli (söyleyiş) çağlar boyunca pek çok hususu özleştirme ve özgünleştirme yöntemi olmuştur. Aynı zamanda bir öğretim tekniği olarak kullanılmıştır. Çünkü şiirin ezberlenebilir özelliği vardır. Sorulardan devam edersek, bir şeyi olduğu gibi reel hatta natürel anlatmak bir yönüyle pornografidir. Toplumların hepsinin belli değerler sistemi vardır. Apaçık anlatmak o anın kırıcı, yıkıcı bir eylemine, anarşiye yol açabilir. Zaten uç siyasi örgütlerin marşlarını dikkate alırsak o kapalı yapıyı motive eden ve harekete geçiren bir söz-şiir pornografisi görürüz. Diğer yandan düz anlatım uzun ve yorucu, bıktırıcı-yıldırıcı bir süreçtir. Anlatıcı kişi özellikle şair, ima-imge kullanımıyla hem kırıcı yıkıcı olmayan bir yol bulmuş olur, hem de yazdığı mısralar imge üzerinden kalıcılığın kapısını aralar. Bir de şair milleti biraz tembeldir. İllaki bir kısa yol bulacaktır. (Şaka şaka). Akıldane sorulara cevap mahiyetinde söylediklerimizin de bir dayanağı var elbette. Metaforlar düşünce ve dili serbest salınımdan kurtaran, şekillendiren, güçlü bir yapıya kavuşturan unsurlardır. Metaforların dil yönü bu anlamda asla ikinci plana itilmemelidir. Bu olduğunda otomatik şekilde kavram yönü öne çıkartılır. Metaforun kavram yönü öne çıkmaya başladığında oradaki şiir tası tarağı toplar. Çünkü kavramların özelliği olarak ele alınır metaforlar. Bu noktada da estetik kaygı ortadan kalkar, belli kavramların daha iyi anlaşılmasına yönelik bir imkana dönüşür metafor. Özellikle siyaset bu açığı ışık hızıyla kullanılır. Sizin ifade ettiğiniz "Bu bağlamda bizim dünyayı algılama biçimimiz ile dünyanın bize karşı konumu arasında şiiri nereye sıkıştıracağız?" cümlesi tam burada ilginç bir soru olma hakkı kazanıyor. Biz dünyayı algılarken metaforik yaklaşıp, yaşarken platonik "takılıyoruz." Açalım mı? Evet, dünya geçici-fani, üç günlük-ikisi geçmiş, kefen almaya gelinen yer vb. Peki yaşarken nasıl? Bir ihtiras abidesine dönüşmüyor mu insanlar… Kerli ferli şuara taifesinin birbirlerine yaptıkları şeyler, yerlerini mi yersizliği mi gösteriyor? Bu cümle bizim konumumuzdur! O sebeple siz benim gibi yapmayın! Sözün buraya gelmesine, transparan bir kisveye bürünmesine izin vermeyin. Dünyanın bize karşı konumu bir şey ifade etmez. Bizim ona karşı durumumuz bir şey ifade edebilir.

Anlamı sözde aramak bir tür cinayettir. Onun yerine şiiri, şiir imkânı olmak bakımından en verimli alanı olan söyleyişi öncelemek gerekiyor. Mesela, "dilin bütün imkânları kullanılmış olsa bile" cümlesi anlamsızdır. Çünkü yaratma devam ediyor. Söyleyiş de devam edecek. Devamlılığı sağlayan şey de metafor. İşte bizim şiir ülkesinde konumumuz burası. Dolaysıyla sorunuzu buraya cevap olarak alıyorum: metaforlar bizim dünyaya karşı savaşımızın ve anlamlandırmamızın ürünü olmasa bile imkânıdırlar. Buyurun aşk ile: "Yunus bu sözleri çatar / Sanki balı yağa katar / Halka metaların satar / Yükü gevherdir tuz değil." Cevabı Yunus verdi. Sözü (silah gibi, göz/kaş gibi) çatmak… Savaş budur. Metafor silahtan başka ne olabilir. Şiir tarihi bu silahı kullanan çok şairi yazmıştır. Sözle yapılan savaş candan yapılır. Silahla yapılan cedel canla oyun oynamaktır.

Birinci Bölüm:

https://www.kitaphaber.com.tr/turk-edebiyatinda-siirin-dunu-bu-gunu-yarini-sohbetler-i-k5596.html


Yazar: Bilal CAN - Yayın Tarihi: 20.11.2023 09:24 - Güncelleme Tarihi: 06.02.2024 23:03
1283

Bilal CAN Hakkında

Bilal CAN

Dumlupınar Üniversitesi Sosyoloji lisansını tamamladıktan sonra yüksek lisansını da aynı üniversitede tamamladı. Sosyolojik çalışmaları mekân, kent, şehir ve edebiyat sosyolojisi üzerine yoğunlaşmıştır. Şiirleri, denemeleri, kitap değerlendirmeleri ve eleştirileri bir çok dergide yer aldı.

Kitaphaber.com.tr sitesinin kurucuları arasında yer alıyor ve 2015'ten itibaren genel yayın yönetmenliğini yapıyor. Evli ve 2 çocuk sahibidir. 

Yayınlanmış Kitapları

- Diriler Evinden Notlar, Ahenk Kitap, 2024.
- Bir Kuşu Taşlarla Bu Çöle Bağladılar, Hece Yayınları, 2023.
- Zaman İçinde Mekân, Hece Yayınları, 2021. (TYB 2021 Şehir Kitabı Ödülü)
- İnsanlığın Ağlama Tarihine Bir Giriş, Hece Yayınları, 2021.
- Kebikeç, İzdiham Yayınları, 2019.
- Kentle Kavga: Mustafa Kutlu Öykücülüğünde Mekân, İzdiham Yayınları, 2017.

Bilal CAN ismine kayıtlı 357 yazı bulunmaktadır.

Yazarımıza ait 6 kitap bulunmaktadır.

Twitter Kitap Satış Sitesi Kitapyurdu.com