Türkçenin Zenginleşme, Sadeleşme, Tasfiye Macerası, Düşünce, Ethem ERDOĞAN

Türkçenin Zenginleşme, Sadeleşme, Tasfiye Macerası yazısını ve Ethem ERDOĞAN yazarına ait tüm yazıları Kitaphaber.com.tr sitemizden okuyabilirsiniz

Türkçenin Zenginleşme, Sadeleşme, Tasfiye Macerası

23.12.2022 09:00 - Ethem ERDOĞAN
Türkçenin Zenginleşme, Sadeleşme, Tasfiye Macerası

"Dilimin sınırları evrenimin sınırlarıdır".

Wittgenstein

Giriş

Dil, milletin devamlılığının temeli, birikimin gelecek nesillere aktarılmasının garantisidir. Dil, insanların anlaşmasının anahtarıdır. Bu anlaşma sistemi yığını millet yapar. Çünkü dil en temel iletişim aracıdır. Dil, düşünceyi üreten zekânın göstergesi olup, canlı ve sosyal bir varlıktır. Milletin ortaklığının başlangıcıdır. Dolayısıyla milleti oluşturan özelliklerdendir. Bir milletin dili; o milletin tarihi, dini ve kültürüyle iç içedir. Millete lazım olan her verinin bir tür saklama kabıdır. Şehnamedeki dili düşünelim mesela. 651'den 1010'a kadar kimliğini yitirmiş Fars milletini 350 sene sonra yeniden oluşturduğu ya da Gaelik dilinin, 700 seneden fazla İngiliz sömürgesi olan İrlandalıları nasıl ayağa kaldırdığı bilinen gerçeklerdir. Dil, bireyler arasında duygudaşlık ve ortak düşünceler oluşturma aracıdır. Dil, birlik ve bütünlüğün güçlü bağlarındandır. Bu kapsamda dile yapılan / yapılacak tüm müdahaleler onulmaz yaralar açar. Doğru olan, tabi seyir içinde dilin gelişiminin kendiliğinden olmasıdır. Dil mantığı, dilin yaşayan-canlı organizma olması ve çoğunluğun anladığı kelimeler üzerinden kurulur. Söylendiğinde anlamı üzerine tereddüt, evham ya da çelişki olmayan kelimeler kökeni önemli olmaksızın Türkçedir.

Yazı, Bilimsellik, Dil…

Bütün bilim dalları için geçerlidir: her anlamın yükü bir kelimeye, bir lafza kalır. Her anlam kullanımını okur, terim-kavram-jargon şeklinde alabilir tabi. Dolayısıyla her kullanımın, bir kelime anlamı (konuluş anlamı, nedensizlik prensibine bağlı olarak), bir de ruh yönü vardır. Bu, hiçbir bilimsel metoda bağlı olmaksızın kabul edilir. Kelimelerin ruhu, yükseklik ve derinliklerinin olduğunu kabule dayanır. "Engin" kelimesini düşünün bir. Bu kabulden sonrası kolay, bilimsel yöntemlerle izahı olmasına gerek yoktur; yazının ruhu vardır.

Yazının sadece bilgiyle yazılmadığı, aynı zamanda sezginin de yazıyı kuru ve salt bilgi düzleminden kurtardığı malumdur. Yazı kelimesinin anlam genişliği düşünüldüğünde söz edilen "yazı" için kastın, deneme-makale gibi türler olduğunu ifade etmeliyim. Bilgi derken, bilimsel bilgiden, paradigma gereği-ürünü olan bilgiden, söz ediyoruz herkes gibi. Bunu biraz irdeleyince karşımıza ilk çıkacak cümleler şunlar oluyor: Bilimsel bilgi, bilimsel yöntemler ile elde edilen bilgidir. Bu durumda bilimsel yönteme bakmak gerekiyor. Kast edilen; akıl, deney ve gözlemdir. Biraz kurcalayınca bilimsel bilginin vasıfları karşımıza çıkıyor: objektif, sistemli, tutarlı ve eleştiriye açık… Bilimsel bilgi için diğer önemli bir vasıf da uygulama bilgisi olmayıp, teorik bilgi oluşudur. Bu noktada modern anlayışın, insanlara her konuyu şablon halinde ve ayrıştırılmış şekilde sunduğunu ifade edebiliriz. Elbette hadsizlik edip yukarıda mevzu edilen konunun yine modern dönemde kurulan yönetim sistemlerince ve pek bilimsel (!) şekilde özellikle de doğu, Ortadoğu toplumlarında uygulandığı; bu uygulamaların bizatihi akıl, deney ve gözlemler sonucu dikkate alınarak uygulandığı da malumdur(!)

Türkçe üzerine düşünmeye ve söz etmeye herkes ehil olmalıdır ki söze başlayanlar istisnasız dilin derinliği ve genişliği yerine tarihinden ya da konuşulduğu geniş bir Avrasya haritasından girer meseleye. Bu durum ilginç şekilde dilin çerçevesinden çok, tarihi veya coğrafi durumu öne çıkaran bir garabettir. Kimse kırılmasın o halde. Dilimiz Orhun abidelerinden başlamaz. İlk yazılı örnekler de bu anıtlar değildir. Bu cümleler dünyada "akademisinde en kalabalık dilci barındıran ülke, muhtemelen Türkiye" (Doğan, 2021) olmasına rağmen bir tembelliğin dışavurumudur. Oysa Türkçenin izlerine ilk olarak Sümer kaynaklarında rastlandığı, Türkçenin ilk verilerinin bu kaynaklarda Hunlardan kalan bazı kelimeler olduğudur. Hadi bu "bazı kelimeler" sağlam veri olmasın, Çoyr yazıtı (687-692) Moğolistan'da bulunan 6 satırlık, Türkçenin tarihi bilinen en eski, ilk metni, ilk yazıtıdır. (https://www.kulturportali.gov.tr). Buna benzer şekilde farklı yazıtlar vardır. Önerim şudur; toplumların başlangıçtan itibaren sosyolojik sürecini bilirsiniz: orman toplumu-bozkır toplumu-kent toplumu olmuşlardır. Eğer bu bilimsel ise; dilin ve milletin geçmişini bozkır toplumu aşamasında bulduğumuz (Orhun Yazıtları) gerçeği ortadadır. Orman toplumu olduğumuz dönemden kalma Sibirya'da, Altay dağları civarında da yazıtlar olmalı. Akademyanın en azından Radloff'un on yazıtla ilgili yayınını dikkate alması gerekirdi.

Murat Belge, dil meselesi üzerine şu ilginç tespiti yapar. "Dünyada hiçbir toplumun kendi diliyle ilişkisi Türkiye'deki gibi bir sorun haline gelmemiştir". (Belge, 2006) Türkçe; yapısı, ailesi, tarihi gibi yönlerden daha çok dilin imkânları bakımından düşünülmelidir. Başlangıç boyutunda, özellikle tek heceli ve emir kipiyle kullanılan, askeri jargon dili olduğunu düşünmemizi sağlayan kelimelerden –gel, git, kal, koş, dur, vur vb- ve kültür / sanat dili olmadığına dair koşuk ve sagulardaki yarım kafiyeli kullanımlardan söz edilebilir. Hatta ilgilisi, bu dilin göçebe yaşantıdan ve o hayat tarzının ihtiyacından dolayı gelişiminin o minvalde olduğundan söz eder. Kapalı ve tek yönlü bir insan yığınının, toplum olması, kültür geliştirmesi muhaldir. Çünkü bir dilin kendi kendine zengin ya da fakir olması yukarıda eleştirdiğimiz paradigmaya göre bile mümkün olmayan bir dilbilim kuralıdır. Dilin iletişim aracı oluşundan yola çıkmalı ve o dili kullanan insanların, iletilerinin anlamını yükledikleri ve göndermek zorunda oldukları kelimelerden söz açmalıyız. İhtiyaçların artması / yenilenmesi durumunda gönderi haline getirilecek yeni anlamlar ortaya çıkar. Bu yeni anlamları yüklemek için yeni kelimeler şarttır. Dil içinde, bu anlamları yüklenecek yeni kelimeler bulunabilir, üretilebilir. Bunun dışında da yeni anlam teknik bir konu ise ortaya çıktığı toplumdan, gereç adı otomatik gelebilir. Bu durum dilin gelişimi şeklinde açıklanır. Çünkü dil, o dili konuşan topluluğun ihtiyaçlarına göre gelişir, zenginleşir.

Türkçenin Zenginleşmesi

Türklerin neredeyse yarısının, Orta Asya'dan yığınlar halinde ve düzensiz şekilde batıya doğru akın akın gelişini açıklayan bilim, Asya'daki kuraklığı sebep göstermişti. Sanırım buna inanan kalmamıştır. Türklerin yarısı göçünce yağmurlar başlamış olmalı ki diğer yarısı orada kalmaya devam etmiş. Her neyse. Yolculuğun tam olarak ne zaman başladığı ve ne kadar sürdüğü belli değil. Ama Azerbaycan-İran dolaylarında durduruldukları, bir asırdan fazla oyalandıkları ve orada mukim olan İslam devleti ile düşük yoğunluklu ama uzun soluklu çatışmalar yaşadıkları bilinir. 751 Talas savaşında eski düşmanları Çin ile yeni düşmanları Araplar arasındaki savaşta son olarak Müslümanlarla birlikte Çin'e karşı savaşırlar. Türklerin bu tarih dilimine kadar olan yaşantısında; güzel sanatlar, felsefe, hikmet ifade etmekten çok savaş ve kavga olduğu açıktır. Dolayısıyla dil de incelik, güzellik ve derinlikten uzaktır. En azından Divanı Lügat'it Türk derlemelerindeki metinlerde bu durumu görmek mümkündür. Belki şu aşırı yorumu yapmak da gerekli: dil varlığı genel olarak somut kelimelerden müteşekkildi. Soyut mefhumlar çok azdı. Bir de harmoni oluşumunun da şartı olan uzun ve ince ünlüler kullanılmıyordu / yoktu.

751 tarihinden itibaren aradıkları şartlar oluşur. İran yaylaları hayvanlarına açılır. İslam devleti içinde özellikle orduda yer edinirler. Ancak bildiğiniz gibi mesele bundan sonrasıdır. Boy boy Müslüman olurlar. Buraya kadar olan kısımda iki büyük değişim yaşanmıştır. İlki coğrafya değişimi, ikincisi din değişimi. Ama asıl değişim bundan sonra başlar. Hayat tarzı değişimi, dil-kültür değişimi... Bu kısmı gelişim olarak okumayı önerebilirim. Çünkü Türkçe değişmemiş ancak, var olan gövdesi sanırım üç kat kadar büyümüştür. İslam medeniyetiyle karşılaşmanın sonucu olarak Türkçenin, Arap ve Fars dili etkisiyle gelişip zenginleşmesi kaçınılmazdır. Diğer yandan sosyolojik olarak da göçebe bir topluluk, iki asırdan fazla bir zamandır İslam medeniyetini kurmuş, yerleşik ve sistematik bir yapıyla karşılaşması ve o yapıyla iç içe geçmesi neticesinde o yapıya öykünmesi kaçınılmazdır. Baskın kültürün cazibesi meselesi… Bu kaçınılmazlığın en başında, İslam olmanın ilk şartı olan kelime-i şehadet vardır. Otomatik şekilde bu iki lafız bir daha çıkmamacasına (kelime ve şehadet) dile eklenmiştir. İslam'ın gerekleri olan şeyler (ab-dest, namaz, oruç; Farsça / din, iman, itikat, amel, ihsan, ihlas vb: Arapça) Arapça ve Farsçadan dilimize girmiştir. Bu durumun bir tür otomatizm olduğu açıktır. Türkler, kendi hayat tarzı karşısında o an baskın kültürün sahibi olan toplumların (Arapça ve Fars) hayat tarzına geçerken, bu hayat tarzının kelimelerini de almak durumunda kaldılar. Neticede Türkçe, kendisinin hacminden iki kat fazla kelime ile zenginleşip gelişti. Bu aşamada şu notu da ilave etmek gerekir: ödünçlenen kelimeler olduğu gibi değil, haddeden geçen metal gibi eritilip kalıplanarak, dil zevkimize uydurularak kullanıldı. Duruma bazı örnekler verelim: gul-gül, bolbol-bülbül, nerdüban-merdiven, na'na-nane, nomero-numara (Fr) oldu. Hatta ödünçlenen bazı kelimeler farklı anlamda kullanıldı: mektep(Yazıhane, masa)-okul oldu. Karşılıklı ödünçleşilen kelimeler de oldu: enfiyeyi biz aldık, burinotiyi Araplara verdik.

Türkçenin zenginleşip gelişmesi üzerine 1069'dan itibaren çok önemli eserler verildi ardı ardına. Sonraki dönemde yaklaşık 700 yıl boyunca Türkçe ile yazılmış eserler babında en büyük ve en geniş dil varlığına ulaşıldı. Bu dil varlığı dönemin en önemli ve güçlü edebiyatı olan Klasik Türk Edebiyatını oluşturdu. Uzun-ince ünlü kullanımı Arapça'dan ödünçlenerek (Bu kavramı jargonda yer alması dolayısıyla kullanıyorum!) dile katıldı. Soyut kavramlar, hayaller yerleşik hayat tarzıyla bağdaşık şekilde bu edebiyatın ana gövdesi oldu. Şuara taifesi işte, malum… Dili en mükemmel kullanmak, mucizevi sözler söylemek, bütün şairlerden üstün olduğunu iddia etmek klasik şairler için sıradandı. Hatta Kanuni Sultan Süleyman bile, Fuzuli-Baki-Zati-Taşlıcalı Yahya-Ruhi gibi şairlerin döneminde devrinin en önemli şairi olduğunu iddia etmiştir. Aynı iddia diğerlerinde de vardır. Bu iddia üzerinden anlamda bulanıklaşmaya, milli zevke uymayan kullanımlara varılmış; zamanla kelime seçimi sınırı kaybolmuş, dilin tüm sınırı zorlanmış (Tanzimat-2 ve Servet-i Fünun dönemleri) ve ihlal edilmiştir. Dolayısıyla iş tamamen anlaşılmazlığa kadar gitmiştir. Zaten bu durumun öncesinde de meseleye neşter atma arzuları 16. Asırda "Türkî-i Basit" hareketiyle başlamış durumdadır. Fransız ihtilalının sonuçlarından olmak üzere Milliyetçilik fikrinin çıkmasına bağlı olarak Tanzimat ilk dönemde de bu neviden bir istek vardır. 1911'den sonra Milli Edebiyat Türkçülük fikrinin edebi anlayışı olarak sınırları çizer. Temeli "milli kaynaklara dönmek" ifadesi olsa da 1913'ten itibaren "dilde sadeleştirme" bağlamına oturur. Başta Arapça ve farsça kuralların terk edilmesi, eş anlamlılarda Türkçe olanın korunması, halkın benimsediği kelimelerin kökenine bakılmaksızın korunması gibi kurallardı. Ancak "eş anlamlılarda Türkçe olanın korunması" ve "halkın benimsemesi" takdir edersiniz ki bilimsel ölçüt olamazdı. Ayrıca pek çok kelimenin Türkçe karşılığının olması sebebiyle dilden atılmaya çalışılması üslup genişliği ve söyleyiş zenginliği açısından tam anlamıyla felakettir. Bu gerekçeler, meselenin dil ve edebiyat ekseninde değil, milliyet ekseninde ele alındığına delildir. Zaten Yakup Kadri ve Fuat Köprülü başta olmak üzere dönemin önemli şair-yazarları (M. Rauf, Halit Ziya, Cenap Şehabettin, Hüseyin Cahit, Süleyman Nazif) bunlara şiddetle itirazda bulundu. İtirazları daha çok teknikti. Mesela: "Yeni dil ancak bilim dili olabilir, sanat eserleri milletlerarasıdır, bu bakımdan edebiyat da milli olamaz, Genç Kalemler'in milli edebiyat anlayışı ırki bir nitelik taşımaktadır". Cumhuriyet döneminde, Milli Edebiyat anlayışının fikirleri alınıp, uçları sivriltilmiş mızraklara dönüştürülerek ve Türkçeyi korumak kisvesiyle Türkçeye saldırılmıştır. Milli Edebiyat döneminde o anlayışa itiraz edenlerin bazılarının da koroya katıldığı malumdur. Mesela, Halit Ziya bir kitabını üç kez sadeleştirmek zorunda kalmış, Yakub Kadri adındaki "b" harfini muhafaza edememiş (Bu "b" harfinin hikâyesi çok güzeldir.), Köprülü ise dil kurulunda görev yapmıştır.

Dile Müdahale, Dil Devrimi Ve Sonrası

Türkçeye müdahale harf devrimi ile başlamış, dil devrimi ile devam etmiştir. Alfabe değişikliği için kurulan komisyon daha sonra dil komisyonu olarak görev yapmıştır. (Atay, 1984). Bu komisyon; dil devrimi, sadeleştirme ve tasfiyecilik fikirlerinde ittifak etmiş olan Türkçü, Kemalist ve Sosyalistlerin ortak faaliyet alanı olmuştur. Bu komisyonda, Falih Rıfkı, Hüseyin Cahit, Besim Atalay, Agop Dilaçar ve Ahmet Cevat Emre vardır. Hangisinin hangi ideolojiyi temsil ettiğini açıklamaya gerek görmüyorum ancak Agop Dilaçar'ın, öncesinde devlet aleyhine faaliyet gösterip yurtdışına kaçan bir ermeni olduğunu ifadeyle iktifa edeyim. Hazret (!) dili tasfiye işi için geri getirilmiştir. (Hatta pek çok yerde bilinçli şekilde A.Dilaçar şeklinde yazılmış ve insanlar Adil Açar sanmışlardır.) Bu komisyon; Türkçede bulunan Arapça-Farsça kökenli kelimelerin tamamının atılıp yerlerine Türk lehçelerinden kelimeler bulmak, bulunamamışsa da uydurmak şeklinde aşırı bilimsel(!) bir tasfiye görevi yapmıştır. Ancak fiilen "batı kökenli kelimelere dokunulmamıştır" ve bu faaliyet "dili batı kökenli kelimelerin işgaline açmak" anlamına gelmiştir. (Doğan, Türkçenin Seyir Defteri, 2021). Bu çalışmalar Mustafa Kemal'in isteği ya da onayı ile yapılmıştır. Bunun gerekçesi de "İslam'la yoğurulmuş mazi ile alakayı kesmek istediğinden prensip olarak bu davanın teşvikçisi" (Mısıroğlu, 1993) olmasıdır. Bu kabule farklı bakış açıları getirilmiş ve farklı isimler de verilmiştir: "geçmişten esaslı bir şekilde uzaklaşma, yeni bir kültüre uzanma" anlamında "kültür devrimi" (Tanör, 2003, s. 301) olarak da adlandırılmıştır. İsmet İnönü'nün 1969'da yayınlanan anılarında da durum aynı şekildedir: "Harf inkılâbının bizde tesiri ve büyük faydası kültür değişimini kolaylaştırmasıdır. İster istemez Arap kültüründen koptuk". (İnönü, 1969) Burada bahsedilen ve Arap kültürü denilen şeyin gerçekte İslam olduğu açıktır. Yine dil kurullarının gediklisi Falih Rıfkı "Yazı ve dil devrimleri Türk kafasını Arap kafasından ayırıyordu" der. Bu sürecin devamında 1932'de "Türk Dilini Tedkik Encümeni" kurulmuştur. Bu encümen ve alt kurulları da tasfiyeciliği hızlandırmıştır. İlk başta kural addedilen "halkın benimsemesi" hiçe sayılarak Arapça-Farsça kökenli kelimelerin yerine değişik Türk lehçelerinden ve Moğolcadan karşılıklar bulunmaya çalışılmıştır. Attila İlhan bu duruma daha sonra mealen 'Lamba kelimesini dilden atacak bir babayiğit tanımıyorum. Türkülere geçmiştir lamba' demiştir. Durum artık şirazeden çıkmıştır. Mustafa Kemal dil inkılâbı yıldönümünde 22 Eylül 1934'te şu tebrik mesajını yayınlar. "Dil bayramımızdan ötürü Türk Dili Araştırma Kurumu genel özeğinden, ulusal kurumlardan, türlü orunlardan birçok kutun bitigler aldım. Ben de kumuyu kutlarım". Bir batılının, Bernard Lewis'in gözünden meseleye bakarsak "Yabancı sözcüklere karşı bütün velvelenin yalnız Arapça ve Farsça'nın –İslami doğu dillerinin- başında kopması anlamlıdır. Aynı derecede yabancı olan Avrupa kaynaklı sözcükler, bu hareketten etkilenmedi ve hatta atılan sözcüklerin bıraktığı boşluğu doldurmak için Avrupa'dan yenileri bile alındı". (Lewis, 2015)

Falih Rıfkı Atay, tasfiyeci tutumun dili çıkmaza götürdüğünü, Mustafa Kemal'in de bunu gördüğünü ve "Dili bir çıkmaza saplamışız" dediğini anlatır. (Atay, 1984, s. 477). Bundan kurtulmak için Reşat Nuri, Ali Canip, Fuat Köprülü ve Falih Rıfkı'dan oluşan daha mutedil kişilerden yeni bir dil kurulu oluşturur. Bunlar "Osmanlıcadan Türkçeye Cep Kılavuzu" hazırlar. D Mehmet Doğan bu cep kılavuzunun küçük ve yetersiz olduğunu söyler. (8 bin kelime). (Doğan, Türkçenin Seyir Defteri, 2021). Sözlük çalışmalarına girmeksizin, 1800'lerde Redhouse İngilizce-Türkçe sözlükte en azından 100.000 kelimelik bir hazineden bahsederken onda bir nispetinde cep kılavuzu en hafifinden can acıtıcıdır. Hatalı yoldan dönme eğilimi için çare arama iştigali yeni bir hataya sebep olur. Güneş Dil Teorisi ortaya atılır. Bu teori dünyadaki bütün dillerin Türkçeden neşet ettiği, fikrine dayalıdır. Asıl çelişki de buradadır. Arapça-Farsça kökenli kelimeler Türkçe değil diye tasfiye edilirken, şimdi bütün kelimelerin Türkçe olduğu gibi komik bir iddiadır bu. Dönemin önemli akademisyenleri, bildikleri batı dillerinde bulunan kelimelerin Türkçe kaynaklı olduğuna dair çalışmalar yaparlar. Bunlar ayrı bir fasıl ayrı bir festivaldir.

Dil devriminin ilk on yılından sonra Ataç fenomeni işi devralır. Yaşar Nabi, "on yılda yapılamayanı tek başına yapma çabasındadır", der onun için. Ataç ve "uydurmacılık" o dönem aynı anlamda kullanılır. Hatta o dile "Ataçca" diyenler olmuştur. Uydurduğu ve "öztürkçe" saydığı binlerce kelime çöpe gitmiş ama az sayıda kelime tutmuştur. Ezgi, öykü, erdem, yanıt, yapıt, birey, toplum, tutku bunlardandır. Durumun geldiği noktayı ve bizatihi tenakuz oluşunu İsmet İnönü'ye nispet edilen ve içinde yalnız bir yardımcı fiilin Türkçe olduğu şu sözle belirginleştirelim: "Lisanımızdaki Arabî ve Farisi kelimeleri ihraç edeceğiz!"

Dile müdahalenin sosyalist ayağı da vardır. Onların çıkış noktası da; dile yapılacak her müdahalenin, İslam'la insan arasına mesafe koyacağı beklentisidir. Bu hem "din afyondur" düsturuyla, hem de Rus politikalarıyla uyumludur. Oysa Ruslar kendi dillerinde tasfiyeye karşıdır. Mesela Lenin'in "Latin harfleri, şarkta ihtilal hareketlerinin başlangıcıdır" sözü ve Stalin'in "Marksizm ve Dil" (Stalin, 2017, s. 16-17) kitabında "Rusça hiçbir kuruluş ameliyesi geçirmemiştir, günümüzdeki Rusça Puşkin'in Rusçasından farklı değildir" cümleleri örnektir. Ancak bizdeki sosyalistler bunun tam zıddı bir bakış açısıyla dilde tasfiyeci olmuşlar, öztürkçeciliği savunmuşlardır. Yukarıda dediğimiz gibi, din afyondur ilkesi ve Rus yayılmacı politikaları bunda etkilidir. Diğer yandan Rusların, Türk grupları arasında ayrım oluşturmak ve iletişimi kesmek gibi maksatlarla, Polüt Büro'nun, dil inkılâbını yapanların arasına ajanlar sokarak desteklediği" malumdur. (Çavdarlı, 1947).

Sonuç

Dil canlı bir organizma olmasından dolayı, hayatiyeti kendine bağlı olan bir sistemdir. Bu sisteme müdahale ve dilin gideceği yöne karışma faaliyeti maalesef yalnızca Türkçe üzerine yapılmıştır. Çok da zarar verildiği açıktır. Bir asır evvel bir kelimenin, bütün ince ayrımlarının, anlam farklarının dilde karşılığı varken, bugün bir kelimeyle nüansların tamamını ifade etmeye çalışıyoruz. Örnek olarak (yaygın olduğu için) "açık" kelimesini verelim. Yüzyıl önce en az on ayrıntılı anlamı olan bu kelimenin, şu an bütün ayrıntı anlamlarını sadece "açık" kelimesiyle ifade etmeye çalışıyoruz. Söyleyişte kuruluk üslupta darlık oluşuyor.

Türkçe üzerinde oynanan bir oyundan bahsedebiliyoruz artık. Bu oyunun temelinde de; dil, kültür, inanç gibi ölçütlere zarar verme eylemi var. Bu eylemlerin niyetini sorgulamanın an itibariyle bir faydası da yok. Bize düşen bundan sonrası. Eli kalem tutan her fert; Türkçe hassasiyetiyle yazmaya mecburdur. Dil hassasiyetini iliklerimizde hissetmek ve cümlelerimizi yaşayan dili temel alarak kurmak zorundayız artık. Dili yaşatmak yalnız kültürü değil, toplumu, değerleri, inancı da yaşatmak ve gelecek kuşaklara aktarmaktır.


Kaynakça

Atay, F. R. (1984). Çankaya. İstanbul.

Belge, M. (2006). Türkçe Sorunu. Birikim .

Çavdarlı, R. (1947). Türk Dili Davasının İç Yüzü. Büyük Doğu , ııı, s. 65.

Doğan, D. M. (2021). Türkçe Düşünmek, Türkçeyi Düşünmek. Ankara: Yazar Yayınları.

Doğan, D. M. (2021). Kelimelerin Seyir Defteri. istanbul: Muhit.

https://www.kulturportali.gov.tr. (tarih yok). 1 20, 2022 tarihinde alındı

İnönü, İ. (1969, 4 14-15). İnönü'nün hatıraları. Ulus Gazetesi.

Lewis, B. (2015). Modern Türkiyenin Doğuşu. Arkadaş Yayınları.

Mısıroğlu, K. (1993). Boykot. İstanbul: Sebil.

Stalin, J. (2017). Marksizm ve Dil. Kor kitap.

Tanör, B. (2003). Kurtuluş-Kuruluş. İstanbul: Cumhuriyet Kitap.


not: bu yazı daha önce Şehir Defteri Dergisi'nde yayınlanmıştır.


Yazar: Ethem ERDOĞAN - Yayın Tarihi: 23.12.2022 09:00 - Güncelleme Tarihi: 23.12.2022 12:13
1030
Yorumlar
  • A. ERKAN AKAY 2022.12.23 09:29

    Süreci hap gibi vermiş Ethem Hoca. Zihnine, eline sağlık.

Ethem ERDOĞAN Hakkında

Ethem ERDOĞAN

Kütahya doğumlu. 1995 yılında Alkım edebiyat dergisini bir grup arkadaşıyla beraber çıkardı. Yazı ve şiirlerini Alkım, Kırağı, İpek Dili, Edebiyat Ortamı, Hece ve Yediiklim edebiyat dergilerinde yayınladı.

Ethem ERDOĞAN ismine kayıtlı 179 yazı bulunmaktadır.

Yazarımıza ait 5 kitap bulunmaktadır.

Twitter Kitapyurdu.com