Vakıf Devleti: Osmanlı

- Vakfın Tarifi Ve Durumu
Türkçe ’de vakıf şeklinde telaffuz edilen vakfedilmesi Arapça bir mastar olup, lügatlere göre, “durdurmak, alıkoymak” manasına gelir bu deyim genellikle, terk, emanet, depo fikirlerini ifade etmekte ve günlük anlamında mukaddes bir şey, dindarlık duygusuyla insanlığın ihtiyaçlarına veya halkın ibadet hizmetlerine adanmış bir nesne düşüncesini taşımaktadır. Hukuki manasına gelince, İslam hukukun muhtelif ekollerine ve hatta aynı ekolüne mensup hukukçuların vakıf hakkında yapmış oldukları tarifler çok farklıdırlar: Ebu Hanife’ye göre vakıf bir kimsenin malik olduğu bir gayr-ı menkulün gelirini, ödünç verme şeklinde (ariyeten), fakirlere veya İslam cemaatinin dini ve sosyal ihtiyaçlarının giderilmesine tahsis etmesi akdidir: öyle ki bu malın mülkiyeti vakıfta kaldığından vakıf söz konusu akdi bozma ve malını istediği gibi kullanma hakkına sahiptir. Ölümden sonra bu hak varislerine geçer. Ebu Hanife’nin talebeleri Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’e göre vakıf, kendisiyle birşeyin mülkiyetinin Allah’ın mülkiyetine geçtiği ve ondan gelen gelirlerin yaratıklara tesis edildiği şerr’i bir mu’ameledir.[1]
Vakıf sistemini diğer devletlere göre en iyi koruyan ve en iyi geliştiren Osmanlı devletidir. Osmanlı devleti tam anlamıyla bir vakıf devletidir. Osmanlı Devleti’nde vakıf sistemi hem bu dünya hem ahiret için geliştirilmiştir. Vakıflar iyilik yapma duygusunun hukuki bir statüye ulaşmasıdır. Bir sivil toplum örgütüdür. Öncelikle vakıflar başlangıçta kişileri ve toplumları göz önünde bulundurarak kurulmuşlardır. Daha sonra sağlıktan eğitime bir çok alanda çalışmalar yapan bir örgütler zinciri halini almıştır.
İslam tarihinde vakıflar, insanların ve başka canlıların faydasına olan çeşitli hizmetleri yerine getirmek üzere kurulmuştur. Osmanlı’da ücra coğrafyalarda yaşayan insanların sosyal ihtiyaçlarını karşılamada ve hayat standartlarını yükseltmede en tesirli unsurlardan birisi de şüphesiz vakıf müesseseleri olmuştur. Osmanlıda vakıf anlayışına bakıldığında, Uygurlardan başlayıp Selçuklulara uzanan Doğu tesirini ve Roma İmparatorluğu’nda başlayıp Bizans İmparatorluğu’na uzanan Batı tesiri birlikte görmekteyiz. Osmanlı vakıf anlayışını, tarihten devraldığı bu fiziki mirası ve vakıf kültürünü hem geliştirmiş hem de çeşitlendirmiştir.
Bu hukuki müesseseler, İslam memleketlerinin, dolayısıyla Osmanlı’nın sosyal ve iktisadi hayatının gelişmesinde önemli rol oynamıştır. Vakıf sisteminde hukuki statüye sahip, sürekli arz eden, müesseseleşmiş, sosyal bir yardım faaliyeti vardır. Bu manada, hem Selçukluda hem de Osmanlı’da faaliyet gösteren vakıflar, İslam hukukunun kendisine kattığı birikim ve sağladığı altyapıyla iyiden iyiye gelişmiştir. Vakıf kurumu en büyük gelişimini, sosyal hayatta yardımlaşma ve dayanışmaya çok önem veren İslam dininin ortaya çıkmasından ve güçlü Türk devletleri tarafından kabul edilmesinden sonra sağlamıştır. İslam hukukunun en çok işlenmiş ve geliştirilmiş bölümlerinden biri de vakıflar olmuştur.[2]
Osmanlı devletinde, devletin siyasi ve mali kudretinin inkişafına paralel olarak gelişip artan vakıfların, ilk kurucusu Orhan Gazi’dir. Orhan Gazi, İznik’te ilk Osmanlı medresesini kurarken, onun idaresi için, yeterince gelir getirecek gayrimenkul vakfetmiştir. Bu vakıfları, çeşitli konularda kurulan diğer vakıflar izlemiştir. Fakir, dul, öksüz ve borçlulara para yardımı yapmak; halka meyve ve sebze dağıtmak, çalışmayacak derecede yaşlanan kayıkçı ve hamalların bakımını sağlamak, çocukların emzirilmesini sağlamak, evlenecek genç kızlara çeyiz hazırlamak, kâse ve bardak gibi kap kacak kıran hizmetçileri, efendilerinin azarlamalarından korumak; kuşlara yem vermek, çocuklara oyuncak almak, yolcuların ihtiyaçlarını karşılamak, yetimleri büyütmek, öğrencilere burs, kalacak yer temin etmek, işsizlere iş bulmak, çırak yetiştirmek, müflis ve borçlulara yardımcı olmak, bekârları evlendirmek, hayvanları himaye etmek[3]; cadde ve sokakların temiz tutulmasını sağlamak, sokaklara atılan tükürük ve benzeri maddelerin üzerine kül döktürmek gayesiyle görevliler tayin etmek; su kanalları, su kemerleri, çeşmeler, buzlu su veya şerbet dağıtılan sebiller, kuyular, medrese, hanlar, hamamlar, camiler, yollar, kaldırımlar, köprüler yapmak ve bunların finansmanını sağlamak amacıyla çok sayıda vakıf kurulmuştur. Ayrıca hastaneler, vakıflar aracılığıyla hizmet vermiş, doktorlar ücretlerini vakıflardan almışlardır. Vakıf hastanelerinde her din ve ırktan insan tedavi ediliyor, gerekirse ücretsiz ilaç veriliyor, doktor temin ediliyordu. İmarethanelerde yoksullara, yolculara ve misafirlere her gün bir ya da iki öğün yemek veriliyordu.
- Vakıflar Yoluyla Mülkiyetin Ve Servetin Ailede Devamlılığı
Vakıfların gelir-servet dağılımda gördükleri işlevlerle ilgili olarak şu noktaya da işaret etmek gerekir. Vakıfların çoğunda, ( bir araştırmacı bu oranı % 65tespit etmektedir) vakıf tesis edenlerin bizzat kendilerini, ölümlerinden sonra da çocuklarını ve akrabalarını mütevelli tayin ettikleri dikkate alınırsa; servetlerini hukuken kendi mülkiyetlerinden çıkarmakla beraber, bu servetlerin kullanımı üzerindeki yetkilerini bir ölçüde hala korumakta oldukları, kendileri ve çocuklarının da vakıf gelirlerinden yararlandığı; böyle olunca vakıf servetinin yalnızca veya çoğunlukla düşük gelirli tabakalara gelir (yardım) transferine yol açtığının söylenemeyeceği ileri sürülebilir. Bu görüş bir ölçüde gerçek payı taşımakla beraber, şunları söylemek mümkündür: Bir kere, müessesenin kötüye kullanıldığı durumlar hariç, vakfın, vakıf gelirlerinden mütevelliye veya kendi soyundan gelenlere ayırdığı payın küçük olması beklenir. Amacın, bir hayır müessesesi oluşturmaktan çok, bu görüntü altında çoluk-çocuğu için garantili bir gelir sağlamak olduğu, vakfın bu amaca alet edildiği yanlış uygulamaları ayrı değerlendirmek gerekir. Her müessesenin kötüye kullanılması mümkündür. Bu durumdan, müessesenin kendisini değil, onun kötüye kullanılmasını önlemeyenleri, kontrol mekanizmasının iyi işletilmemesini sorumlu tutmak gerekir. [4]
Vakıfların bu kadar çeşitli olmasının bir sebebi de; Osmanlı Devleti’nde müsadere sitemi vardır, vakfedilen mal müsadere edilemez bu nedenle mallarını kurtarmak için vakfediyorlar. Vakıfların yönetici kısmını çocuklarına ve aile fertlerine bırakıyorlar bu da onların vakıf üzerinde etsine ve devamlılığını sağlıyor. Aşağıda bununla ilgili olan örnekleri inceleyelim ve konuyu zamanına göre daha iyi anlayalım ve kavrayalım;
“Elhamdüli men lehü’l-hamdüve’s-senauve’s-salatüve’sselamü ala resulihi Muhammedin eşrafi’l-verai ve ala alihi ve sahbihinücumi’d-din ve ba’d işbu mazmununda vakıf ikrarından bahseden sahih ve şer’i bir vakfiye, sarih ve mer’i bir vesikadır. Reis-i habbazin-i sultani fahrü’l-akran ve’l-a!ayan Mustafa Bey b. Süleyman, meclis-şer’-i şerif ve mahfil-i din-i münifde hazır olup, işbu vakıf ikrarının kendisinden suduruna kadar sahibi ve maliki olduğu, Mahmiye-i Kostantıniyyemahallatından Davut Paşa mahallesinde kain, önünde selamlık olan tahtani büyük bir beyti, önünde selamlık ve oda bulunan tahtani küçük bir beyti, altındakileri bulunan fevkani bir beyti, su kuyusunu, fırını, helayı ve avluyu muhtevi olan ve hududu iki canibdeb tarik-i ana ve bir canibden Arslan Bey b. Mustafa mülküne ve bir canibden de Müstedam b. Abdullah mülküne mühtehi bulunan cemı-i menzilini haps, tasadduk ve vakf eylediğini ikrar etti. Tahtani büyük menzili ve önünde bulunan selamlığı müddet-i hayatınca Kerime bt. Mahmud nam kızının kızına, sonra evladına sonra soyları kesilene kadar nesilden nesileevlad-ı evladına Arslan Bey b. Mustafa nam kızının oğluna sonra onun evladına sonra evlad-ı evladına, sonra soyları kesilene kadar nesilden nesileevlad-ı evladına, sonra vakıf-ı mezburunazadlı kölelerine sonra azadlı kölelerinin evladına sonra onların evlad-ı evlad-ı evladına sonra mahmiye-i mezburede vaki’ merhum Davut Paşa cami’i’nde reis-i müezzinin olan kimesneye şart etti. Ve yukarıda zikr edilen tahtani küçük evi ve odaya kızının oğlu merküm Arslan Bey’e sonra onun evladına sonra nesilleri kesilene kadar nesilden nesile evladına sonramezbure Kerime’ye sonra onun evladına sonra soyları kesilene kadar nesilden nesile onun evlad-ı evladına sonra cami’-i mezburda müezzin-i sani olan kimesneye şart etti. Fevkani büyük evi ve kileri ise Emine bt. el-Hac Sinan nam zevcesine sonra onun evladına sonra soyları kesilene kadar nesilden nesileevlad-ı evladına sonra mezbur Arslan Bey’e sonra onun evladına sonra soyları kesilene kadar nesilden nesileevlad-ı evladına sonra mezbure Kerime’ye sonra onun evladına sonra soyları kesilene kadar nesilden nesileevlad-ıevladına sonra soyları kesilene kadar nesilden nesileazadlı kölelerinin evlad-ı evladına sonra cami-i mezkurda kayyım olan kimesneye şart etti. Ve tevliyye-i hasbiyyeyimerküm Arslan Bey’e, ondan sonra hakimin uygun göreceği kimesneye şart eyledi...”[5]
Yukarıdaki örnekte de görüldüğü üzere kişi vakfettiği yerleri özellikle aile fertlerine ve onun soyundan gelenlere bırakıyor. Burada kötü bir niyet aramamak gerekmekle birlikte iyi ve detaylı bir araştırmaya da ihtiyaç vardır. Kişi burada bahsedildiği gibi taşınmaz mallarını hem koruma altına alıyor hayır hasenat yapıyor diğer bir yandan da kendi neslinin maddi olarak devamlılığını sağlıyor. Çünkü bu şartlar altında malına el koyulma gibi bir durum olamaz sebebi ise vakıf olması yani hayır merkezi olmasıdır.
Diğer yandan, tesis edilen vakfın gelirlerinden çocuklarına gelir ayırma amacını sadece kötü niyetli açıklamak da doğru olmayabilir. Vefatından sonra, varislerinin, servetini yeterince basiretli kullanamayacaklarını, saçıp savuracaklarını düşünen bir zengini ele alalım. Bu zenginin bir vakıf tahsis ederek, bir yandan bu vakfın gelirlerinden bir kısmını varislerine tahsis etmesi ve onların geleceklerini elde geldiğince güvence altına almak istemesi; diğer yandan da kurduğu vakfın geri kalan gelirlerini bir takım sosyal hizmetlerin görülmesine ayırması, mutlaka karşı çıkılması gereken bir uygulama olması gerekir.Her iki amacında birlikte gerçekleşmesi ve bundan toplumunda yarar sağlaması mümkün olabilir. Böylelikle, bir yandan belli kişiler ellindeki servet, varislerine değil, toplumsal mülkiyet kategorisine aktarılmış olmaktadır; öte yandan da, aksi takdirde, tamamen ferdi amaçlara hizmet edecek olan bir servetin gelirleri kısmen de olsa sosyal amaçlar için kullanılmaktadır. Ferdi arzu ve endişelerle, toplumsal faydanın bağdaştırılabileceği durumlarda, böyle bir uygulamayı teşvik etmek en doğru yol olsa gerekir.[6]
“Amma ba’d, işbu mazmununda vakıf ikrarından bahseden sahih ve şer’i bir hücetdir. Racil Osman Bey b. Abdullah, meclis-i Nebevide, vakfın suduruna kadar sahibi ve maliki olduğu, elinde ve taht-ı tasarrufunda bulundurduğu, hazret-i EbiEyyüb el-Ensari – aleyhi rahmetül’l-Bari- mahallatından Çavuş Kasım mallesindekaintahtani ve fevkani iki bab evi, fırın, su kuyusu, hela, meyve ağaçlı bahçe ve avluyu havi, taşçı Ahmed b. Abdullah mülkü ve Keşkek deyu meşhur Nimetullah mülkü ve abdülkadir b. Mehmed mülkü ve tarik-i has ve vakıf-ı mezburun zevcesi Ümmühan bt. Mehmed mülkü ve vadi ile mahdud olan cemi’-i menzilini, niyet-i halise ile cümle hududu ve kaffe-i hukukuyla vakf ve haps edip sebil kılıp tasadduk ettiği ikrar ve i’tiraf etti. Sonra menzil-i mezburu müddet-i hayatınca kendisine, sonra evladına ve evlad-ı evladına, sonra zevcesi mezbure Ümmühan bt. Mehmed’e sonra onun evladına ve evlad-ı evladına şart etti. Sonra kendisinin azadlı Müslim kölelerine ve bunların evladına sonra ve sonra batnenba’debatnin ve karnen ba’debatnin ve karnen ba’de karnin soyları kesildikten sonra el- iyazü billah- menzil-i mezburunmahalles-i mezbure imamı için mu’tadıüzre kiraya verilmesini şart etti. İcareden hasıl olan meblağın menzil-i merkümunta’mirine sarf edilmesini, kalanın da her gece akşam namazından sonra Mülk suresini okuyup sevabını ruhuna hediye etmesi kaydıyla mahalle-i mezbure mescidi imamına verilmesini şart etti..”[7]
Nitekim Osmanlı’da kişiler mallarını vakfederken kendi neslini düşündükleri gibi kendi ahiretlerini de düşünürlerdi. Kişinin yaptırdığı bir hayrattan ya da bıraktığı bir hayırlı işten dolayı onların sevap kapılarının kapanmayacağına inanırlardı ve bundan dolayı da sosyal olarak hayır işlerine meyletmişlerdir. Yukarıda örnekte de görüldüğü üzere kişi malını vakfediyor en sonunda da mescide ve imama bağıştan bahsederek şartını ortaya koyuyor yani vefat ettikten sonra da yine hayır hasenat yapmış oluyor. Ama yine görülen şu ki kişi mülkün kendi elinden çıkmasını istemiyor ve buna göre bir atak yapıyor.
Sonuç
Osmanlı Devleti’nde vakıfların hizmet götürmediği ne bir yer ne de bir sosyal alan kalmıştır. Devletin iç ve dış problemler sebebiyle mali sıkıntılara girdiği dönemlerde, vakıflar sayesinde eğitim ve sağlık hizmetleri, dini ve kültürel hizmetler aksamadan devam edebilmiştir. Bugünkü sosyal devlet anlayışına göre, kamu hizmeti olarak nitelenen birçok sosyal ve kültürel hizmet, Osmanlı Devleti’nde özel kişilerin kurmuş oldukları vakıflar yoluyla yerine getirilmiştir. Bu yüzden, dünyanın hiçbir yerinde kamu hizmetlerinin finansmanı ve sorumlusu konusunda, Osmanlı’da olduğu gibi mali özerkliğin sağlandığı bir başka medeniyet bulunmamaktadır.
Osmanlı’da oldukça gelişmiş olan vakıf siteminde ki yönetici kadroyu belirleme işlemi bahsettiğimiz gibi farklı boyutlarla ele alınıp incelenebilecek bir husustur. Biz olayı malını müsadereden korumak isteyenler üzerinden değerlendirerek olayı inceledik. Lakin bu kadar gelişmiş ve zamanına göre ihtişamına ulaşacak hiçbir gücün ve kuvvetin olmadığı Osmanlı’nın vakıf sistemini sadece bir husus üzerinden eleştiremeyiz ya da sistem bozuk diyemeyiz aksine iyi bir şekilde işleyen bu sistemin içerisinde sıkıntıların, çıkarların ve menfaatlerin olduğunu da söyleyerek konuya farklı bir bakış açısı getirmiş oluruz. Vermiş olduğumuz örneklerde bize böyle bir sitemin iyi ya da kötü niyetli var olduğunu gösteriyor.
Kaynakça
İstanbul Kadı Sicilleri, Galata Mahkemesi 7 Numaralı sicil.
İstanbul Kadı Sicilleri, Galata Mahkemesi 5 Numaralı Sicil.
Öztürk, Nazif, Menşei ve Tarihi Gelişimi Açısından Vakıflar, Ankara 1983.
Kozak, İ. Erol, Bir Sosyal Siyaset Müessesesi Olarak Vakıf, İstanbul 1985.
Kazıcı, Ziya, “Vakıf Medeniyeti”, Sivil Toplum Düşünce ve Araştırma Dergisi, S.15, İstanbul 2006.
Yediyıldız, Bahaeddin, XVII. Yüzyılda Türkiye’de Vakıf Müessesesi, Ankara 2003.
[1] Bahaeddin Yediyıldız, XVII. Yüzyılda Türkiye’de Vakıf Müessesesi, Ankara 2003, s.8
[2] Nazif Öztürk, Menşei ve Tarihi Gelişimi Açısından Vakıflar, Ankara 1983, s.137-148
[3] Ziya Kazıcı, “Vakıf Medeniyeti”, Sivil Toplum Düşünce ve Araştırma Dergisi, S.15, İstanbul 2006, s.172-174
[4] İ. Erol Kozak, Bir Sosyal Siyaset Müessesesi Olarak Vakıf, İstanbul 1985, s.43
[5]İstanbul Kadı Sicilleri, Galata Mahkemesi 5 Numaralı Sicil, 93-2
[6] İ. Erol Kozak, a. g. e., s.44
[7] İstanbul Kadı Sicilleri, Galata Mahkemesi 7 Numaralı sicil, 69-1
Yazar: Murat DENİZ - Yayın Tarihi: 07.12.2016 09:00 - Güncelleme Tarihi: 24.11.2016 14:15