Viktor E. Frankl’ın Mütemadiyen Kanayan Parmak Uçları

"Geçmişi tamamen dışarıda bırakıp" sıra dışı yolculuğuma çıkarılıyorum. Başı sonu toplama kampı olan, üzerimizde SS'lerin ve Kapoların karaltısının hiç eksik olmadığı başı sonu belirsiz bir yolculuk.
Ölüm her yerde beni bekliyor. Bir ölünün gözleriyle bakıyorum insana ve hayata. Biliyorum, yaşam nefesimi kesecek ölüm ıslığı. Ben hiçbir yerde olmayacağım ya da her yerde, dört gözle, merakla aileme, sevdiklerime, idealime ve anılarıma dönüşümü bekleyeceğim. Ailemi içimin parçalanmışlıklarıyla topluyorum; her biri ayrı bir yara, her biri ayrı bir kırgınlık, her biri ayrı bir hikaye. Sevdiklerimde azaldığımı hissediyorum, garip bir duygu. Sevdiklerim her daim yeşertmişlerdi kalbimdeki sevgi ağacını. Oysa şimdi küçülüyorum, üşüyorum, azalıyorum. Kimden alıp kime verdiğimi bilmiyorum. Ruhumun öte yakasında bir alışveriş olduğu kesin, bir şeylerin alıp satıldığı aşikar. Soruyorum kendime: Ben neresinde yer alıyorum bu pazarlığın? Hikayem kime satılacak?
Karanlık tutuyor kaderimin kalemini. Yüzüme karalananları ne görebiliyorum ne de okuyabiliyorum. Hangi zamanın şarkısıyım, bilemiyorum. En korkuncu: Annemin yüzünü hatırlayamamak, annemin sesini kalp atışlarımda hissedememek.
Bu gözyaşı ve dumanın hikayesi. Toplama kamplarından taşıyan gözyaşlarımmış, göğü kaplayan kara dumanlar bahtımmış. Hiçbir şey yerini tutmuyor anılarımızın yerini, silinip gidiyor son aşina kırıntılar. Gözyaşlarım ıslak değil ve sudan arındırılmış. Kara duman bedenimi yemiş bitirmiş, ruhumu tüketmiş, metafiziğimi yerle bir etmiş.
Çatısını kuramıyorum zamanın ve mekanın. Zaman gözbebeklerinden vurulmuş turna, mekan birbirine zincirlenmiş devasa makine. Babamı ilk gecenin sonsuzluğunda yitiriyorum. Bir hiçim hiç olmadığım kadar ya da bir yanılsama dünyanın ortasında, insanlığın uzağında. Cellatlarıma laf yetiştirmeye çalışıyorum, kolumun altında saklı tuttuğum yarı kalmış hayallerle.
Yerin altında bir başıma yürüyorum, avuçlarımda sıkı tuttuğum yaşam kıvılcımıyla, dört bir yanımda ağzını açmış gaz odalarıyla. Yaşam kıvılcımı daha ağır basıyor gaz odalarından.
Net ve açık bir şekilde görmüştüm: Çırılçıplak yaşamım haricinde kaybedecek hiçbir şeyim yoktu. Buydu benim asıl yaşam kıvılcımım, hayata dört elle sarılma sebebim.
Kaybetmeyecektim, onlara inat. Onlar gibi olmayacaktım, hiçbir zaman merak duygumu, yeni bir güne başlama heyecanımı yitirmeyecektim, kötülüğün sıradanlığına teslim olmayacaktım. Acıda bulmuştum anlamımı ve her gün acımı büyütecektim. Acımla çıplak varlığımı kutsayacaktım ama acımın çıplak varlığımı ele geçirmesine müsaade etmeyecektim. Acım at olup çekecekti at arabasındaki çıplak varlığımı. Sonuna kadar direnecektim. Ben insana inanmıştım, insanın bir anlamı olduğunu biliyordum. İnsandım, babaydım, evlattım, hayat arkadaşıydım, dosttum, öğretmendim, yani ben, doktor Frankl. Hikayemin toplama kamplarında yok olmasına, gaz odalarının bacalarında göğe savrulmasına izin vermeyecektim, çıplak varlığımı sonuna kadar koruyacaktım kötülüğün saltanatında.
SS'ler çıplak varlığımın görünmez ayaklarını kırmak için var güçleriyle ve bütün çirkinlikleriyle ağır hakaretler yapıyorlar. Gülüp geçiyorum, çıplak varlığıma daha çok sarılıyorum, bir bebeğin annesinin ellerine sımsıkı tutunması gibi. Acı, annem oluyor. Acının göğsünden umut ve sevgi sütünü emiyorum. Onlar görmüyorlar, hiçbir şey bilmiyorlar. Onlar acılarını yitirdiler, acımak duygusunu kaybettiler. Onlar sadece güce, paraya ve şöhrete taparlar. Güç herkesin elinde ya da hiç kimsenin tekelinde değil, paranın sözü ve namusu olmaz zaten, şöhret ise hep vakitsiz ve bahtsız olmuştur. Acıyorum onlara. Onlara acımamla çıplak varlığımın görünmez ayaklarının sayısı artıyor, boyutu değişiyor.
Başka gözlerle bakıyorum kamp hayatına ve insanlara. Cam gözlüklerimi bir parça ekmek için feda ediyorum, göz bebeklerimi anneme emanet ediyorum, imkansızlığın çerçevesine oturtulmuş iki kara delikten bakıyorum çevreme. Yanılgı ve yangın, diyorum kendi kendime. Yanılıyorlar ve yakıyorlar. Onlar neden yaktığını bilmiyorlar ama ben neden yakıldığımı, daha doğrusu yakılmak istenildiğimi biliyorum. Dışımda susuyorum, içimde kan kusuyorum. Kupkuru bir kan. Artık bir insanın kanı olmaktan çıkmış kapkara, mat ve akışkanlığını kaybetmiş bir sıvı.
Bir an için bilinçaltımın şarkısına eşlik etmekten geri kalmıyorum: Kahrolsun mağlup olan, kahrolsun sizin gibi olan, kahrolsun kötülüğün sıradanlığını unutan. Yaşam yolculuğumda belki biraz kasvetli, biraz da uzun süreli bir durak oldu toplama kampları. Viyana'dan geçmiştim ve çocukluğumun gözleriyle anılarıma, geçmişime, sevdiklerime bakmıştım. Boş gözlerim önüme akmıştı, cezaevi aracının içi gözyaşlarımla dolmuştu. Ama oradaydı şehrim, çocukluğumun gözleri, sevdiklerim, dostlarım ve anılarım. Bir gün geri dönecektim ve Viyana'nın göğüne bakıp haykıracaktım şarkımı, başı özgürlük sonu sevgi olan. Mağlup oldu kötülüğün sıradanlığı iyiliğin tekliğine. Kazandı insan, kazandı aydınlığın süvarileri, kazandı önden gidenler.
Sonra insan bilgeliğine ulaşıyorum, insanlığın sırrını keşfediyorum: İnsanın kurtuluşu sevgiyledir, sevgidedir. Sadece sevgi kurtaracak bizi. Karşılıksız, koşulsuz, saf sevgi. Sevmek her insanın kendi ışığıyla kendi hikayesine ışık tutmasıdır. Sevmek bir uzvu eksik olana onun eksikliğini unutturmaktır. Sevmek insanların arasında sonradan örülmüş ideolojik, dinsel, siyasi, fiziksel, ekonomik, bencil ve soğuk duvarları yıkmaktır. Sevmek kendini bir başkasında yitirmek, bir başkasının sende kendi yolunu bulmasının önünü açmaktır. Sevmek Michelangelo'nun Davut heykeliyle birlikte ağlamak, Maria Magdalena ile birlikte yollara düşmek, Meryem ile birlikte duaya durmaktır.
Kendi gözlerimle gördüm meleklerin sonsuz bir görkemin ebedi düşüncesinde nasıl kaybolduğunu. Ağladım ve susturdum kendimi. Susturmak zorundaydım kalbimi ve aklımı bir zaman için. Dışarıda sonsuz bir görkemin ebedi düşüncesinde uçan melekler görmek istiyordum, eskiden olduğu gibi. Eskiden, neydi sahi? Var mıydı eski diye bir şey? Daha doğrusu böyle bir şey kaldı mı? Burada bütün zamanlar insan kılıklı canavarların ayakları altında eziliyor. Sadece yaşanan an var SS'lerin dilinin ucunda asılı kalmış. Ana tutunursan yaşarsın, anın gerisinde kalırsan ölürsün.
Ve ben seni kalbimde bir mühür olarak taşıyorum. Sen bana öğretmiştin sevginin nefret karşısında ne kadar güçlü olduğunu, yaşamın ölümden büyük olduğunu, insanın fiziki alemi aşan bir değeri ve anlamı olduğunu. Sen bana öğretmiştin yokluğunda ve yoksunluğunda bir başına yaşama sanatını. Sen bana öğretmiştin azalarak büyümeyi, sessizce çoğalmayı, acıdan mutluluk damıtmayı. Bavyera şafağının sefil griliğini yırtıyorum çıplak ellerimle, ayaklarımla. Seni hissediyorum, yaşıyorsun ve benim seni düşündüğüm gibi beni düşünüyorsun. Dahası nasıl ki ben sana kavuşmak hayaliyle yaşıyorsam sen de aynı hayalle nefes alıp veriyorsun bir yerlerde. Hissediyorum; çünkü karanlıkta bir ışık parladı. Gördüm.
İçsel özgürlüğümü hiç yitirmedim. Kendimi hep dışarıda hissettim. Onlar sadece bedenimi esir almıştı. Onların ruhu yoktu ve ruhumu esir almaya cüret edemezlerdi. Ben hep özgür bir insan olmuştum. Özgür bir insan olarak bu kamplardan çıkacaktım. Her zaman için tinsel özgürlüğüm zihinsel bağımsızlığımı korudu, zihinsel bağımsızlığım tinsel özgürlüğüme dayelik yaptı.
İki kişinin sözünü hiç unutmadım. Nietzsche der ki: Yaşamak için bir nedeni olan insan her türlü nasıla katlanabilir. Bilmiştim o nedeni: Yaşamak acı çekmektir ve hayatta kalmak acıda bir anlam bulmaktır.
Spinoza Etika'sında der ki: Bize acı veren duyguların berrak ve kesin bir resmini çizdiğimiz anda onlar acı olmaktan çıkar. Bu yüzden geleceğe yönelik umudumu hiç yitirmedim; çünkü acının resmini kül olan bedenlerin boşluğuna. Bilmiştim: Hayat karşına çıkan soru/nlara doğru cevaplar bulma çabasıdır ve insanın var oluşunu tamamlamaktan başka seçeneği olmadığının farkındalığıdır.
Her insanın payına acı düşermiş kendi görünmez göğünden. Benim de payıma toplama kamplarında parmak uçlarıyla ölüm ve yaşam sınırında yürümek, kanayan ve kabuk tutmayan parmak uçlarıyla hayata tutunmak varmış. Kanıyordu parmak uçlarım. Kanadıkça parmak uçlarım daha sıkı tutunuyordum yaşama. Gücümü ve anlamımı kanayan parmak uçlarımdan alıyordum. Görmüştüm: Herkesin parmak uçları başka kanarmış, herkesin parmak izi başka yakarmış, herkesin kanı başka dökülürmüş kefenin yüzüne. Gördüm ve sustum. Acımı sonuna kadar kucakladım. Kendi görünmez göğüme bakıp bir başıma ağladım kendime ve insanlığa, tek seferlik özgürlük şarkıları okudum gönlümce. Şarkılarımın sevdiklerimde yankılandığını hissediyordum. Bu başka bir duyguydu, tarif edilemez cinsinden. Tek seferde, bir köşede yaşanıyordu ve içinin görünmez noktalarına kadar ulaşıyordu. Görünmez göğünde bir kuş gelip kalbime konuyordu ve başkaları bunu görmüyordu. Dahası, başkalarının bunu görmesine de lüzum yoktu. Bilmiştim: Herkesin acısı, görünmez göğü, şarkısı, gönül kuşu başkaymış, bir kereye mahsusmuş, nevi şahsına münhasırmış.
Ne zaman ki Tanrı'da başka korkulacak bir varlık olmadığını anladım, o zaman acımı teslim aldım/acıma teslim oldum, acımın yüzüne hayatımın anlamını ve sırrını resmettim. Tanrı vardı; önemli olan seninle Onun arasına kimsenin girmemesidir. Asıl acı Tanrıyla senin arana birilerinin girmesidir.
İnsanın Anlam Arayışı
Viktor E. Frankl
Çev. Özge Yılmaz
Okuyan Us Yayınevi
Sayfa; 155
İstanbul, 2023
Yazar: Faik ÖCAL - Yayın Tarihi: 30.05.2025 09:00 - Güncelleme Tarihi: 30.01.2025 14:59