Yaşamaya Devam Eden Bir Öykücü: Zeki Oğuz’un Seçme Öyküler’i Üzerine
Dilek ALTUNDAĞ yazdı...
Geçtiğimiz aylarda, 2023 Ağustos'ta, kaybettiğimiz fotoğrafçı, yazar Zeki Oğuz; dünya değiştirse de daima yaşamaya mahkûm yazarlardan biridir. Onu tanıyanlar, Zeki Oğuz'un en günlük serüvenlerinin bile başka başka manalar aldığını söyler.
1951 yılında Konya Tatköy'de doğan Zeki Oğuz'un "Seçme Öyküler" kitabını okumak benim için başlayan ve süren bir yolculuktu. Öykülerle ördüğüm bu edebi yolculuğumda çizdiğim haritaların bir nişanesiydi onun öykülerinin peşi sıra gitmek.
9 Mart 2024'te Zeki Oğuz'un anısına düzenlenen bir panelde pek azımız onun bilmediğimiz yönlerine tanık olduk. Dağlarda, bayırlarda, yörük çadırlarında gezen Zeki Oğuz'un ikliminde bizden evvel gezip tozanlardan onun heybesinde sadece bir isli çaydanlık ve kitaplarını taşıdığını öğrendik.Zeki Oğuz'un bu hâli bana tasavvuf felsefesindeki dervişler için kullanılan "bir lokma bir hırka" deyimini getirdi aklıma.
Panelde Muammer Ulutürk, Abdullah Harmancı, Ahmet Gögercin gibi araştırmacı/eğitimciler, şahsi intibalarından yola çıkarak Zeki Oğuz'un yaşamıyla ile ilgili bize iz bırakan notlar aldırdı. Zeki Oğuz'un üslubunu oluşturan temel şeyin yaşadıkları olduğunu öğrendik. Bir şairin yalnızlığını duyumsadık onun yalnızlığında. Zeki Oğuz'un yaşamını dinlerken Gazzeli Şehit Şair Hiba Abu Nada'nın "Yalnızlığımız" şiirindeki dizelerini ansıdım ben de.
Ne kadar da yalnızdı/ Şu bizim yalnızlığımız/ Herkes kazandı savaşlarını.
Zeki Oğuz; Fakir Baykurt, Gogol, Ahmet Arif gibi çok çeşitli düşünür, yazarlardan etkilenmiştir. Babasına göre okuduğu kitaplar, yazarlar sakıncalıdır. Asılsız iddialarıyla oğlunu polise şikayet edip onun kitaplarını yakmıştır. Sürgün bir hayatın pençesinde kalan Zeki Oğuz, üzerindeki "baba" baskısını öykülerinde de hissettirmiştir okuyucusuna.
"Bir Yaralı Kuş" öyküsünde daha çok yansıtmıştır bunu. "Derler ki, çaresizliğinin en acımasızıdır yaralı kuşun çaresizliği." (s.41) Bir yaralı kuştur, Zeki Oğuz aslında. Kim bilir yaralı bir kuşun hikâyesinde kendisini yazmıştır. Anlatıcının penceresinde; kırk yaşındaki evli çocuklu bir adamın babası tarafından ezilmesini, hor görülmesini izleriz. Kırk yaşına gelse de içine atar o, kırgınlığını. Sevgisizlere diyecek sözü de yoktur. Çünkü "kitapları sevmek" suçtur onlara göre.
Zeki Oğuz; yerel sözcükleri kullanırken, yabancı sözcükleri bize verirken hiç zorlanmayız. Ne kadar fotoğrafçılığa geçince bu üslubundan uzaklaştığı eleştirilse de okuyucusu onun fotoğrafik öykülerini de sever. Yerli ve yerel bilginin ne anlama geldiğini bilen bir yazarın kadın temasını sıkça kullanması da muhtemeldir. Kendisi gibi hayatın zorluklarına göğüs geren annesi Fatma Hanım ve bünyesindeki Konya/Bozkır kadınlarını konu edinmiştir öykülerinde.
"Adem'in Kaburga Kemiği" öyküsünde penceremizde seyrettiğimiz Senem'in hikâyesiyle karşılaşırız. Kara çarşaflara bürünmüş, el yüzüne bakması haram sayılmış bir kadının daha çocuk yaşta aş erip sakladığı karnından utandıkça kendi insanlığımızdan utanırız. Tarlada, evde, her yerde doğum yapan kadınlar vardır köyde. Senem de erkek doktorların mahremidir. Evde doğum yapmaya mahkum edilmiştir. Kan kaybından öldüğü zaman da Allah'ın kaderine bağlanmıştır onun yazısı. Aslında hepimizin çok yakından tanıdığı hikâyelerden biridir bu da.
Yine "Bahriye" öyküsünde köyün oturak havasında kaşıkçılık yapan bir kadını izleriz anlatıcının penceresinden. Anlatıcı, Mahmut adındaki bir çocuğun gözünden kadına ait izlekleri yansıtır aynasında. Gözlerimiz Mahmut'un babasının eve getirdiği kaşıkçı kadına annesinin bile hizmet etmesini yadırgayan bakışlarına kilitlenir. Çocuğun pencerenin önünde gizlice izlediği Bahriye'nin, gece oturakçı köylülere kaşık dansı yapıp geceleri gözyaşı dökmesi hüzün çöktürür çadırımıza.
Abdullah Harmancı, "Zeki Oğuz'un öyküleri puzzle gibidir."diyerek sözü tam da olması gereken yere götürür. "Zeki Oğuz, hikâyelerinde olayı örer ve farklı parçalarda birleştirir. Onun öykülerinin sonu açık uçlu bitirmesi de muhtemeldir." Ayrıca Zeki Oğuz'un öykülerini semboller üzerine bitirdiğini de ilave eder. Bu da Zeki Oğuz'un öykülerinde yaşanmışlıkların nesnelere başka anlamlar kattığını hissettirir okuyucusuna. En çarpıcı kullandığı sembolleri: çiçek ve kuştur. Nergis çiçeği, iğde çiçeği; kartallar, kara tavuklar sıkça çıkar karşımıza.
"Bayram" öyküsünde; bu kez bayram sofrasını şenlendiren cıvıl cıvıl çocukların sesini, neşesini sinesine çeken çocuğu olmayan Alişan'ın evlat özlemini seyrederiz anlatıcının penceresinden. Alişan'ın üzüntüsüne karşı kayalıkların üzerinde yalnız gezen kartallar da ortak olur kara tavuk da. "Bir kara tavuk dolanı dolanı geldi, çelenin üzerine kondu. Ağzında küçük bir çöp parçası vardı. Sonra yeniden havalandı, iki tur daha atıp çelenin altında bir deliğe girdi…O çelenin altına yuva yapıyor olmalıydı."(s.124)
Öykülerini türkülerle yoğurmuştur Zeki Oğuz. Kilim dokur gibi ilmek ilmek işlenmiştir dizeler satır aralarına. "Ekmekçi Hayık" öyküsünde, atıyla karda kışta şehirden getirdiği ekmekleri köylüye dağıtırken hastalanan Hayık'ın hastanede yatarken uzaktan uzağa duyduğu türküyü dinleriz uğultular arasında. Su bulanarak, bahçeyi dolanarak/ Buna can mı dayanır, yar gelir sallanarak. (s.93) Yine "Yüreğimi Getirdim Armağan" öyküsünde de sazın sesiyle birlikte bir sızı çökmüştür yüreğimize. Anlatıcının penceresinden türküler yükselmiştir göğe. Şimdi yurttan sesler/Ötme bülbül ötme şen değil bağım.(s.158) Ayrıca "Ummuhan Ana" öyküsünde geçen şu dizeler de türkülerin yazarın duygularında yarattığı derin etkiyi göstermektedir. Kenardan geçeyim yol sizin olsun/Ağular içeyim bal sizin olsun. (s.168)
Zeki Oğuz, öykülerinin sonunda kullandığı imgelerde bu iyi mi kötü mü demez. Okuyucusunun düşünmesini ister. Oluşturulan metinlerde topluma nasıl baktığımız, toplumu nasıl yansıttığımız önemlidir. Metinlerde sunulan problemi direkt çözemeyiz. Bugün bir yazarın postmodern olması mühim değildir aslında. Bunu edebiyata nasıl dönüştürdüğü önemlidir. Burada dikkat çekmek istediğim asıl konu yazarın toplumculluğudur. Öykülerinde an'ı anlatan Zeki Oğuz da toplumun dışına çıkmamıştır.
Onun da yolunu yordamını belirleyen içinde doğduğu coğrafya, yaşadığı ortam olmuştur. Misal verilecek öykülerinden biridir. "Çocuk" öyküsü. Dağ eteklerine kurulan köylerde yaşayan köylülerin yaşam mücadelesinin hikâyesini anlatır. Ağustosun on beşine kadar dağların zirvelerinde sis bulutu görünmeden, kış gelmeden harmanlarını kaldırmak zorundadır köylü. Eşeklere yükledikleri yükleri devrile devrile aşmaları gereken tepeleri vardır onların. Heybelerin gözünde çocuğunu unutacak kadar yorgun düşen bedenlerinin tek özlemi bir sıcak yatak ve bir tas çorbadır. "Yaban" öyküsünde ise bahar güneşinin altında çırıl çırıl sular dökülen köyden uzaklara giden çocukların hikâyesi anlatılmıştır. Köy öğretmeni öğrencilerini şehirde okutmak için onların masraflarını kendi cebinden karşılar. Parasız yatılı okula yollar öğrencilerini. Memleket özlemi içinde olan çocuklar; yanlarında küçük yorganları, tahta bavuluyla bindikleri kamyon kasasından el sallar geride bıraktıklarına.
Sartre'nin,"İnsan bazı şeyleri söylemeyi seçtiği için değil, onları belli bir biçimde söylemeyi seçtiği için yazardır."sözüyle Zeki Oğuz'un da seçtikleriyle yol alan ve hâlâ aramızda yaşamaya devam eden bir öykücü olduğunu söyleyebiliriz.
Seçme Öyküler
Zeki Oğuz
Çalı Yayınları
2004, Konya
Yazar: Misafir Köşesi - Yayın Tarihi: 24.05.2024 09:00 - Güncelleme Tarihi: 24.05.2024 22:38