Yeni Kitap Söyleşisi: Hüseyin Hakan
Yazım süreciniz nasıl? Hemen hemen her yazarın belli başlı bazı uygulamaları var. Örneğin Hemingway her sabah 500 kelime yazması, Balzac'ın günlük 50 bardak kahve içmesi, Milton'un kör olduktan sonra her sabah yardımcısının ona İncil'den pasajlar okuması ve ardından bu pasajlardaki imgeleri zihnindeki yansımalardan hareketle yazması gibi. Sizin de böyle bir rutininiz var mı?
Doğrusu, yaptığım şeyin bir rutin olup olmadığı üzerine düşünmemiştim bu yüzden doğrudan "Evet, bir rutinim var." veya "Hayır, herhangi bir rutinim yok." demek istemiyorum. Düşününce, yazarken sıkça tekrarladığım şeyin neyden kaynaklandığını daha iyi anlayabiliyorum. Konunun biraz da yazma eylemine yüklediğimiz anlamla ilgisi var. Örneklerini verdiğiniz Hemingway, Balzac, Milton gibi Elwyn B. White, Murakami, Hosseini, Vonegut, Jacobs gibi isimleri de hatırladım, onların da rutinleri var. Murakami tekrara inanır mesela. Çalışmaya ara verince koşmak, yüzmek onun için sıradanlaşmıştır. Ya da Vonnegut, ara verince şınav çeker, Jacobs koşu bandında yürürken yazar. İlginç gelebiliyor ama bunlar temelde yazarların yazma eylemine yüklediği anlamla yakından ilişkili. Ve elbette hâlâ üzerinde uzlaşamadığımız "ilham" meselesiyle. Her yazar için yazmanın anlamı başkadır. Tabi bunu söylerken her eylemin kendisine özgü bir doğrusu var gibi bir önermeyi savunmuyorum, bu yazıyı ciddiye almamak demek olur. Genel bir izahla, Doğu'da Sadî ya da Firdevsî için yazmak özelde başka kollardan akar ama sonuçta Doğu için yazmak eylemi aynı yere birikir. Ya da Batı için Woolf'ta ve Borges'te yazmak başka anlamlar taşısa da sonuçta aynı yere birikir.
Bana gelince, bir şeyi yazmaya karar verdiğimde kitapların arasına girer, yazmadan önce gözden geçirmem gereken ilgili notları okumak için onlarca kitabı masaya yığarım. Pasajları yeniden okur, aldığım notları dikkatle tarar, yazdıklarımı okurum. Bazen günlerce okur, birkaç saatte yazarım. Bunun bir rutin olup olmadığına emin değilim derken bunu kast ediyordum: yaptığım şeyi sırf yazabilmek için değil, doğru şeyleri yazabilmek için yaptığımı düşünüyorum. İlhamla ilgisini de bu yüzden kurdum. Oturup bir şeyler yazmayı beklemek, doğru zamanı ve koşulları bekleyip yazmak için itici güç aramak beni de en az Marksistler kadar üzer. Biliyorsunuz, onlar tarihin seyrini değiştirmekten yanalar, oturmak haz edecekleri bir şey değil. Ben de gözlemden, gözü dört açmaktan, sıkı bir okur olmaktan ve yazmam gerektiğinde oturup yazmaktan yanayım. Bunun için de yazmaya başlamadan hemen önce ilgili ne kadar kitap varsa indirip günlerce süren bir yeniden-okumaya girişirim. Durduğum yeri belirginleştirmek, aldığım mesafeyi veya düşünceye dair yeni izlenimlerimi saptamak için. Yazacaklarımın bir hikâyesi olsun için. Okura kur yaparken metinle yapabilmek için.
Bu sürece bir rutin dememiz gerekirse evet, böyle bir rutinim var.
Sizin için yazmak hayal kırıklığının dışa vurumu mudur yoksa hayal kurmanın en güzel yolu mudur? Nedir yazmak size göre?
Bir makale üzerinde çalışırken 1825'te yazılmış bir eseri taramam gerekti. Satirleri tararken, Romalı bir şair olan Horatius'un hicivlerinden bir dizeye denk geldim. Tabi farklı okumalarımda sıkça aynı cümleyle karşılaşıyordum fakat kaynağından okumak heyecan vericiydi. Şey diyordu, "Quid rides? Mutato nomine, de te fabula narratur." Yani niye gülüyorsun? İsmini değiştir, anlatılan senin hikâyendir.
Yazarken bu ifadeyi, özellikle de "Anlatılan senin hikâyendir" ifadesini aklımdan çıkarmıyorum.
İlk soruda kısmen değindiğim gibi, yazmaya yüklenen anlam her yazar için başka, fakat coğrafyalar için ortaktır. Dolayısıyla yüklenen tekil anlamların çok da büyütülmemesi gerektiğini, illa büyütülecekse yazıya yüklenen ortalama değerin büyütülmesi gerektiğinde yanayım. Bakıyorsunuz, yazı dediğimiz şey bugün romantikleştirdiğimiz metadan çok daha fazlası. Suhuflar indirilmiş, çivilerle tabletlere, taşlara, duvarlara kazınmış; resimlere, imgelere işlenmiş, harflere indirgenip ortak bir iletişim aracı olarak işte bugünkü hâline kadar uzunca bir yoldan gelmiş silsileden bahsediyoruz. Dolayısıyla kimisi acıdan, kimisi coşkunluktan, kimisi varsıllıktan, kimisi yoksulluktan yazmış. Bunlar değişir ve hangi yazarın ne için yazdığı bizim için bilgi bazında değerlidir, sonucu mühürlemek için asla değil. Yazı, hepimizi birilerimizin ağzından anlatacağı hikâyenin kendisidir. Benzer şekilde, birilerimizin hikâyesi de hepimiz tarafından bir şekilde yaşanıyor nasılsa.
Benim için yazmak inanılmaz bir huzursuzluk. Başkasına anlatmayı beceremeyen, bir derdi olduğunda sır gibi içine sinen, ortalardan kaybolan bir karakterim var. Yapım bu. İçerideki inanılmaz huzursuzlukları sansürleyerek, başka hayatlarla ortak noktasını bularak, bir şekilde içimden atmak zorunda olduğumu bilerek yazıyorum. Aslında tekil deneyimlerimi kavramlar ve cümleler sayesinde genelleştirip onu aynı cemiyetin üyesi olmak isteyenlere sunuyorum. Durum bu. Son yayımlanan öyküde anlattığım gibi, "Kuyu Ben" Hangimiz değiliz ki? Yazarken aynı kuyuya eğilip geçmişin biriken çöplerini koklamam istendiğinde içeriye eğiliyorum, kokluyorum ve yukarıya seslenip "Evet, en az sizinkiler kadar kokuyor." diyorum. Bu da bizi bir araya getiriyor. Bu yüzden yazıyorum.
Ben yazar olmalıyım dediğiniz anı hatırlıyor musunuz? Sizi yazmaya teşvik eden olay neydi? Ya da size öncü olan, yazmalısın diyen ilk kişi kimdi?
Henüz bu denli içeride değilken, biraz daha dışarıda, yani sesimin kısık çıktığı zamanlarda yazarken ileride bir gün yazar olacağımı düşlerdim. Doğruya doğru. O dönemlerde fanzinler çıkarır, bloglarda yazardım ve yazdıklarıma iltifatlar edilince aynı düş gelip yakama yeniden yapışırdı. Yazar olacaktım fakat yazarlık nedir, nasıl olunur, bir meslek midir, mesaisi mi var yoksa Orhan Pamuk gibi bir ofis kiralayıp bütün gün kâğıtların arasında vakit mi geçiririm, belki de adımı anons ettiklerinde burnu dik şekilde yürürüm, telefonlarım susmaz program üstüne program yaparım gibi düşüncelere kapılırdım. Tabi yaşım daha genç, yirmi ikilerimdeyim ve durmadan büyük yazarları davet edip programlar düzenliyorum başka kurum, kuruluş, markalar için. Ahmet Ümit geliyor, İsmail Kılıçarslan gidiyor, Tarık Tufan geliyor, Yusuf Genç gidiyor, Murat Menteş geliyor, Kahraman Tazeoğlu gidiyor derken dönemin çığlık attıran isimlerini bir bir ağırlayıp duruyoruz. O günlerde yazar olmak istediğimi itiraf edebilirim, fakat zamanla o dünyanın içine girince tartının ayarında değişmeler oldu. Uzaktayken görülen ile içeriden yaşananlar arasında büyük farklar var. Alanlar, stratejiler, köşe kapmacalar, başka lokmalara tamahlar, cenahçılık, bizden olmayanlar, bizden olanlar ve daha birsürü şey var. Şikâyetçi miyim, elbette hayır. Fakat artık gür bir sesle hayal kurmakta zorlanıyorum. Bu üzücü bir durum.
Daha önceki söyleşilerimde de belirttiğim gibi, ilkokul öğretmenim Leyla Aydemir'in emekleriyle başladım yazmaya henüz çocukken. Zamanla üstüne koymalar, birikerek ilerlemeler derken asıl kırılmayı Bülent Parlak sayesinde yaşadım. O kısık sesle didindiğim zamanlarda bana İzdiham dergisinde köşe ayırması, ikaz ve teşviklerle geliştirmesi sonraki adımları getirdi. Zamanla onlarca, yüzlerce yazar-şairle tanıştım, ağırladım, muhabbetler kurdum vesaire. İstediğim yerde miyim? Hayır. Ama şaşırtan, beklediğimin üzerinde gelişmeler olmaya da devam ediyor.
Yazar olmak isteyenler genellikle kendilerine bir usta seçip onun önerilerini kılavuz bilir. Sizi usta bilen yazar adaylarına tavsiyeleriniz nelerdir?
Bu soruyu en sona bıraktım. Üzerinde düşünebilmek, doğru olanları söyleyebilmek istedim. Tavsiyelere karşı defansif bir toplum olduğumuzu düşünüyorum. "Lütfen şu filmi izle, çok iyi!" diyen birisi o filmi imkânı yok heyecanı sönmeden izletemez, "Bu kitabı okumalısın!" diyen birisi o kitabı aldırır, hediye eder veya emanet eder fakat okunmadan geri alır, "Falanca müziği dinlemeni tavsiye ederim" diyen birisi karşılığında genellikle uygun bir vakitte dinleyeceğine dair geri dönüşler alır. Ve çok azı sözüne sadık kalıp okur, izler, dinler. Dolayısıyla ben tavsiye vermeyeceğim, sadece eteğimdeki taşları dökeceğim, herkes durduğu yeri kendisi belirlesin.
"Mutlaka okuyun." diyeceğim, ama öncesinde eğer yazar olmak isteyenler varsa (yazarlığı meslek olmaktan ayıran detayları önceki sorularda konuştuk) dâhil olacakları alana dair fikir edinmelerini beklerim. Her alanın olduğu gibi edebiyat dünyasının da kendine özgü kuralları, gerçekleri, yer kapmaları, stratejileri, iyileri, eksikleri, hayal kırıklıkları, sevinç çığlıkları var. Bunlarla romantik değil, gerçekçi şekilde yüzleşmek gerekiyor. Aslında bu beklentimin detaylarını Ruhsatsız dergisinin sayılarında cesurca tartışıyorum. Alanın sosyolojisini, kritiğini yapıyorum. Dileyenler oradan okuyabilirler teferruatını. Devamla, benim yazmak isteyenlere söyleyebileceğim şeyler hayreti bol bir okuma, klişelerden uzak durma ve kararında bir egoyu cepte taşımak olur. İzah edeyim.
Okumaya dair öyle klasik, hayati önem atfeden ifadeler kurmayacağım. Okumak, hayatı anlamlı kılan araçlardan bir araçtır. Yokluğu öldürmemekle birlikte varlığı yaşama inanılmaz kalite sağlar. Okumaya dair yazmak istediklerim sayfalarca olacağından bu konuyu buraya sıkıştırmakta zorlanıyorum fakat okusunlar, iyi kitapları, iyi yazarları, iyi muhabbetleri gördükleri gibi hayret duygusuyla okusunlar. Okudukları karşısında hayretleri, merakları, sorgulamaları diri olsun ve bu merak duygusu onlara yeni şeyler söyletsin. Pasif bir okur olmak yerine okuduğunu eleştiren, onunla tartışan, yeni şeyler katabileceğine inanan okumalar yol aldırır. Ve evet, kıvamında bir egoyu cepte taşısınlar. Çünkü bu alanda mütevazılığın dozu artığında yok sayılmak, küçümsenmek, bahsettiğim stratejilere ve köşe kapmalara kurban gitmek an meselesi. Bunun yerine okumalarına ve yazdıklarına güveniyorsa yazar olmak isteyenler, doğru bağlantıları kovalamaktan vazgeçmesin. Kibir ile kıvamında ego arasındaki farkı anlatmama gerek yok, birisi başkalarını küçümseyip civarın delikanlısı gibi takılmaktır, öteki ise dik durmak fakat eğilecekse kalbini eğmektir.
Geçtiğimiz gün önemli bir yazarla mesajlaşırken bu meseleye dair bir öz yazmıştım, onu hatırladım:
"O yüzden misyon belli: çok oku, gerektiğinde yaz, az konuş, çokça sus, miktarınca insan biriktir, güzel güzel yaşa, güzel güzel öl."
Yazmasa çıldıracak yazarlardan mısınız; yazmasanız ne yapardınız?
Kesinlikle çıldırırdım. O kadar huzursuzum ki.
Kendinize en yakın bulduğunuz roman kahramanı yahut bir şair/şiir var mıdır?
Herhangi bir roman kahramanı yok. Daha doğrusu tastamam kendimi onunla özdeş tuttuğum bir kahraman yok. Hemen her roman karakteri bir yönüyle yakın, diğer yönleriyle uzak kalıyor. Mesela en son dördüncü kez okuduğum, yine olsa yine okuyacağım Kanlı Topraklar romanındaki Kantarcı Mustafa gibi bir hayatımın olduğunu, bu yüzden iki sene öncesine kadar onun gibi ehil, kuralcı, fazla mütevazı, vur ekmeğine başını al bir hayat yaşadığımı hatırladığımdan iki sene öncesine kadar onu kendime yakın hissederdim. Rahatsızlık duya duya. Ama zamanla yaşadıklarım, çıkardığım dersler sayesinde aynı romanın Topal Nuri'si gözüme daha haklı gelmeye başladı. Bilenler bilir, Nuri kurnaz, kendisini yedirmeyen, egosu kıvamında bir karakter. Yine de ne Nuri ne de Mustafa tamamen yakın hissettiğim karakterler olmadı. Raskolnikov'un adalet tartışmasındaki duruşu özellikle okuduğum dönemde onu kendime yakın bulmama sebep olmuştu, fakat sonradan fark ettim ki Dostoyevski'nin hayattan tokat yiyip hınçlanan tüm karakterleri biraz da olsa hepimize yakın zaten. Yerlatı Adamı başkalarının gözünde bir sinek kadar değeri olmayandır mesela, e hangimiz böyle bir dönem yaşamadık ki? Ya da Golyatkin yeraltında kaybolmak ister. Ortadan kaybolma hissi hepimize uğramaz mı? Oğuz Atay'ın karakterleri de bir dönem çok yakındı, ne zaman Kafka okusam onun zamana direnen karakterleri de böyle. Ama henüz tamamen bu karakter bana yakın diyebileceğim bir isim veremem.
Bir şiir verebilirim ama. Çok çok uzun yıllar önce duyduğum, ezberlediğim, yaşarken elimden geldiğinde o dizeleri aklıma getirdiğim bir şiir. Pusula gibi, öğüt gibi. Rudyard Kipling'in Eğer şiiri, umarım röportajı okuyacak okurların gözünden kaçmaz ve açıp okurlar. Tabi benim tavsiyem, arama motoruna "Rudyard Kipling" yazdıklarında çıkan sonuçlar içerisinden "Şiir Sitesi" diye geçen web sitesindeki çeviridir.
Her yazarın bir derdi var derler, sizin derdiniz nedir, yazmaktaki gayeniz ne?
İçime atmaktan, atıp yorulmaktan, huzursuz olmaktan, hem huzursuz olup hem içime atmaktan ve bunları yaparken yeniden yorulmaktan uzaklaşma imkânını yazmak sunduğu için devam ediyorum. Çünkü kendimden yola çıksam da başka hayatları anlatabilme imkânını, başka huzursuzlukları dürtme, onlarla bir araya gelebilmek ve bu sayede oradaki hayatlara dokunabilmek fırsatı buluyorum. Yani şunu demek istediğim için yazıyorum, de te fabula narratur.
Hem sosyolog hem de edebiyatla ilgilendiğim için yaşadığımız yer kabuğunda olan bitenler karşısında kayıtsız kalamazdım. Kalabilirdim belki de fakat o zaman da bir süre sonra geriye hiçbir şey bırakmadan yok olup giderdim. Bunun yerine bilinmek, güzel hatırlanmak, fayda vermek ve gerçekte bir saksıyla, duvarla, avareyle aramda fark olsun istedim. İnsanlar metinleri okurken kendilerini dahil edebileceklerse etsinler, alıp sahiplensinler, anlatımın gücü ve alanın ciddiyeti sayesinde ortalama bir duyguyla tanışabilsinler istedim. Biraz mizahi olacak ama mesele şarkı sözüyle biraz oynayınca ortaya çıkıyor aslında: Ben sevdim, eller alsın.
Kötülüğün, alçaklığın tarihini yazmak nereden icap etti?
Borges yüzünden. Üç yıl önce Borges'in meşhur Alçaklığın Evrensel Tarihi'ni okurken kitapla ve dolayısıyla orada olmayan Borges'le uzun uzadıya tartıştım. Ben derkenarla vuruyorum, Borges kahramanlarıyla savunuyor; Borges kahramanlarıyla saldırıyor, ben derkenarla savunmaya geçiyorum. Kitap bitince, Borges'in kahramanları olan sahtekârlar, tüccarlar, fahişeler, serseriler, eşkıyalar, avareler, kabadayılarla oturup aynı anda hem toplumun ötekileri, kötüleri olup hem de kitap boyunca talihleri yaver gidenler olabilmelerini tartıştık. Tamam, Borges'in alçakları da zaman zaman ölüyor, afişe oluyorlar veya maskeleri düşüyor, kabul, fakat onun alçakları kabul görüyor. Bu çok ilginç geldi. Düşününce, sadece kitapta değil, insanlık tarihinde de durum böyleydi. Alçaklık, tarih boyunca kendisine kaçacak delik bulmuş, kabul edilmiş, talihleri de bal gibi yaver gitmişti. Kaldı ki yazdığım metinlerin ekseriyetinde toplumsal kırılmaları işlediğimden, üstü kapalı da olsa bu mesajı zaten veriyordum. Neden bunları derli toplu, sebepli sonuçlu şekilde yazmayayım? Neden kötülüğün hazzını, estetiğini, filolojisini, arkeolojisini tartıştığımız ülkemiz literatürüne kötülüğün kronolojisini ve sosyolojisini de eklemeyeyim? Kitap, buradan çıktı.
Çok sıkı bir okur olduğuma inanıyorum. Karar verince, okumalara başladım. İzlediğim filmleri, belgeselleri, metinleri yeniden gözden geçirdim, aldığım notlara eklemeler-çıkarmalar yaparak uzun süren bir hazırlığa giriştim. Özellikle Zeynep Sayın'ın bu süreçte inanılmaz katkıları oldu. Onun Kötülük Cemaatleri kitabını defalarca okuyup işin kavramsal kısmını destekledim. Ve diğer onlarca kitap… Amacım hem kötülüğün tarihini, tarifini yapmaktı hem de ilk kitaba nazaran olabildiğince basit bir anlatım yoluyla alçakların ve alçaklığın neden işleri rast gidiyor, bunu okura sunmaktı. Üç yıllık sürecin sonunda ortaya iyi bir iş çıktı. Fabrik Kitap'la anlaştık, kitabı bastık. Kitabın iki buçuk yıl boyunca adı Alçaklığın Evrensel Talihi'ydi. Amacım Borges'in tarihi kurcaladığı yerde eksik bıraktığı şeyi yapıp o tarihteki talihi de kurcalamaktı. Bu yüzden isim uzun süre boyunca başkaydı. Daha sonra değiştirme kararı aldık ve Diğer Alçaklar Gibi olsun dedik. Çünkü içerikte onlarca alçağa örnek var ve hepsinin de işi rast gidiyor, tıpkı diğer alçaklar gibi. Netice.
Hep söylediğim gibi ben sevdim, eller alsın.
"Bize Bir Mağara Çizin" ile "Diğer Alçaklar Gibi" arasında konuyu ele alış bakımından ciddi bir fark görüyorum. İlk eserinizde olayları daha kişisel değerlendirmelerle sunarken Diğer Alçaklar Gibi'de tarihi ve sosyolojik yaklaşımlarla değerlendiriyorsunuz. Siz bu iki eseri mukayese edince neler söylersiniz?
Bu farkın görülmesine, üstelik "ciddi bir fark" olduğunu söyletebilecek kadar aşikâr olmasına sevindim. Amaçlarımdan birisi buydu. Bize Bir Mağara Çizin, ilk göz ağrım. Farklı dergilerde yazdığım, bazen kendi tercihim bazen de yazılması istenen konularda yazdığım bir dönemin ürünü. Zaten ilk kitabın bir bölümüne de Ev Ödevi adını verdim. Ödev titizliğiyle yazdıklarımı oraya topladık. Edebiyatta ilk kitapların ortalama akıbetleri bellidir: ya başından itibaren yazarını şaha kaldırır ya başından itibaren giderek söneceğinin sinyallerini verir ya da onu bir muammanın ortasına bırakıp kaderini sonraki çalışmalarına teslim eder. Tabi bu üçlemenin arkasında bir sürü izah da var ama daha fazla uzun uzadıya anlatıp okuru da sıkmak istemem. Yalnızca şunu söylemek isterim ki ortalama bir ilk kitabın yazarına sunacağı seçenekler saydıklarımdır, yine de giderek değişen piyasa koşulları ve anlayışı edebiyatta da tahribatlara neden oldu. Bu da ilk kitapların, yazarlarını yepyeni problemlerle ve/veya sürprizlerle burun buruna getirebileceğini gösterdi. Yayıncılık sektörü, el yazmalarıyla başlayıp açık bir kapitalist mantığa dönüştü çünkü. Atina'da, Roma'da ve dönemin bütün Scriptoria'larında eserleri yeniden basan, tüm işlemleri kendisi yapan atölyeler vardı. Zamanla, teknik işler basımevlerine (matbaalara da gerek kalmamaya başladı), mali işler kitabevine (kitapları "satan" kişilere) ve reklam işleri de yazarlara kaldı (sosyal medyada kendimizi öne çıkarıp duruyoruz: "en çok beni okuyun!") Bunları neden söylüyorum, çünkü Bize Bir Mağara Çizin, Bülent Parlak'ın net ve saygıyı hak eden duruşu sayesinde kendisini pazarlamayan, öne çıkarmayan, reklamı yapılmayan bir kitap oldu. Buna rağmen geri dönüşler sevindiriciydi. Sadece, dil ve anlatım konusunda ortak bir itiraz alıyordum. Evet cesurca metinlerdi, evet konuya yaklaşım biçimi özgündü, evet sorun ve çözüm iç içeydi fakat akademik bir dil hâkimdi. Gerçi iki kitapta da edebiyat ve sosyoloji iç içe, fakat cümleleri süzgeçten geçirdiğim doğrudur. Bu eleştirileri değerlendirmek, geri dönüşü ona göre yapmak için Diğer Alçaklar Gibi'yi olabildiğince törpüledim, akademik analizle edebi ifade gücünü daha uygun biçimde bir araya getirebilmeye gayret ettim. Sizin bahsettiğiniz "ciddi fark" buradan kaynaklanıyor. İlk kitap derleme metinler ve müsveddelerden bir araya gelen cüretkâr, sağlam fakat kişisel fikirleri ön planda olan kitaptı; ikincisi yine cüretkâr, yine sağlam fakat ortalama bir ifade biçimini tutturan kitap oldu. İki kitabın da yerini anlatamam. Defalarca açıp okuduğumu bilirim.
Diğer Alçaklar Gibi'de belirgin toplumsal eleştiriler var. Fakat yine de dilinizi törpülüyorsunuz hissi oluşuyor bende. Öyle midir? Demek istediklerinizi süzüyor musunuz?
Aynı noktadan yaklaşabileceğim bir soru. Evet, tespitleriniz yerinde. İkinci kitapta, ilkine nazaran törpülenmiş bir dil tercih ettim. Bunun da sebebi, ilk kitabın estirdiği rüzgârı yer yer kesintiye uğratan ciddi dilin kendisidir. O dönemlerde akademinin içinde, yoğun bir programın ortasında olduğumdan akademinin ciddi, yargıya yaslanan ve kısaca söylenebilecek bir şeyi uzun uzadıya söyleyen marifetli dilinden etkileniyordum. Diğer yandan edebiyatın yeniden-üretim imtiyazını, ifade gücünü, anlatım kudretini de son kuruşuna kadar kullanmaktan yanaydım. Yüzlerce sayfa kitap okuyor, makaleler yazıyordum ve sonra düzenli olarak edebi metinler yazıp dergilere gönderiyordum. Bu iki alan arasında git geller ister istemez dile de yansıyordu. Pişman mıyım, asla. Bugün hâlâ akademik metinler yazıp paylaşıyorum, aynı zamanda edebi metinleri de aynı çalışkanlıkla üretmeye devam ediyorum. Çünkü anlatmam gereken hikâyeler devam ediyor ve bunu bazen ciddi bir dille bazen de kurgunun diliyle anlatmam gerekiyor. Edebiyatta esas olan da sanırım bunu yakalayabilmektir, yani ortak bir maksadı farklı yollarla kovalamak. Diğer yandan hem kitaplarımda hem de yazdığım öykülerde, dergilere gönderdiğim yeni metinlerde ortalama bir dili tutturduğumu görebiliyorum. Elbette, bu zamanla kendisini daha fazla düzeltecek, geliştirecek bir deneyim.
Dergilerde hikâyelerinizi okuyoruz ama bir kitap olarak öykülerinizi ne zaman göreceğiz, var mı yeni projeleriniz?
Bize Bir Mağara Çizin üzerine sizin yazdığınız kapsamlı ve gayet yerinde incelemeyi okurken öyküyle ilgili bir ifadeniz vardı. Orada, neden öykü yazmayı denemediğime dair bir eleştiri, yaklaşımınız vardı. Tabi o sıralarda öyküler de yazıyordum fakat genel kanı benim bir deneme yazarı olduğum üzerine şekillendiğinden öyküleri ortaya çıkarmaya pek de cüret edemiyordum. Üstelik ciddi bir öykü okuru olduğum da cabasıydı. Geçen sene çok değerli bir yazarımızla, aynı zamanda önemli bir derginin de genel yayın yönetmeni, telefonda görüşürken deneme yazarlarının öykü yazmak konusunda bazen başarısız olduklarını, böyle bir niyetim olacaksa bu noktaya dikkat ederek çalışmalarıma yön vermemi söyledi. Aslında beni öykü konusunda harekete geçiren de bu oldu. O görüşmeden sonra zaten kafamda dönüp duran, benimle birlikte her yere gelen, gözlemlediğim, anlatmak istediğim, kendimi içerisinde gizleyip paylaşacağım ve çok insanın kendisini ait hissedeceği metinleri yazmaya başladım. Kıymetli dergilere gönderdim, kabul edildiler. Hâlâ yazmaya devam ediyorum ve şaşırtıcı biçimde keyif aldığım, rahatladığım bir alan daha keşfettiğimi görüyorum. Geliştirmek, daha iyi işler yapmak için çalıştığımı eklemeliyim. Tabi öykü dosyasını da hazırlamayı ihmal etmiyorum. İçime sindiğinde -ki uzun sürmeyeceğini düşünüyorum- ilk öykü kitabını da okurun takdirine sunacağız. Yeni projeler demişken, hâlihazırda bir deneme kitabı daha gelecek. Ardından, söyleşilerin derleneceği yeni bir kitap çalışması var.
Kitabınızda belli paradokslar var. Misal "hileli alçak dürüsttür" gibi. Bu çelişkileri yaşarken hisseder misiniz? Nedir size bu cümleleri kurduran?
Maksadımı ifade ederken bile paradoksal bir cümle kuruyormuşum meğer bu soruyla farkına vardım. Sorulduğu zaman, "ben hiçbir şey anlatmak zorunda olmayan çok güzel cümlelerin peşindeyim" diyorum. Anlatmak zorunda olmayan. Yani arkasında bir hikâyesi olan, derdi, maksadı olan fakat didaktik olmak zorunda olmayan kıvrak, çok yönlü, zekice cümlelerin peşindeyim. Zekâ ürünü cümlelere aşığım. Bazen öyle kitaplar okuyor, öyle cümlelere denk geliyor, öyle metinler okuyorum ki gıpta etmeden duramıyorum. İyi cümlelere karşı zaafım var. Yazarken de cümlelerin üzerinde dolaşmaktan, kurcalamaktan, anlamını zedelemeden ilgilenmekten keyif alıyorum. Sorduğunuz sorulara verebilecek cevaplar belliyken, kendimi tutamıyor, cümlelerin arkasından sürüklenip gidiyorum. Beni edebiyata bağlayan şeyin de bu olduğuna inanıyorum, anlatımın gücü. Kitaplarımda da bu tarz cümlelerin sayısı çok fazla.
Kitaptaki paradokslar maksatlı ve hissedilen cümlelerin ürünü. Hem güzel görünsün hem hakikati anlatsın diye kurduğum paradokslar. Gerçekten de alçak olanlar hile yaparak yol alırlar ve bu kurala sadık kalırlar. Dolayısıyla dürüsttürler verdikleri sözlere karşı. Nihayetinde hileli bir alçak, dürüsttür ifadesi ortaya çıkıyor. Diğer cümleler de böyle düşünce süreçlerinin ürünleri.
Zıtlıklardan beslenmeyi seviyorum.
Cevaplarınız için teşekkür ederiz.
Yazar: Tuba YAVUZ - Yayın Tarihi: 27.10.2023 09:00 - Güncelleme Tarihi: 19.10.2023 15:43