Yokuşa Akan Suları Farklı Biçimlerde Okuma Denemesi
Nida Nur Yavuz
Kütahya Necip Fazıl Kısakürek Anadolu Lisesi Öğrencisi
Kitap, ilk defa Kasım 1979'da basılmıştır. 1979 Türkiye'sine baktığımızda tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş sürecinde olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Zaten kitapta temel olarak Bican karakteri üzerinden bu duruma ve bu durumla beraber bozulan toplumsal değerlerimizden söz edilmiştir. İnternette küçük bir araştırma yaptığımızda, kitabın yazıldığı dönemlerde -sanırım 1976 yılındaydı- MESS (Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası)'e işçiler tarafından haklarını alamadıkları için grevler ve eylemler düzenlendiğini görebiliyoruz.
Kitabımız Cevher Bican'ın köyden kente göç etmesiyle başlar. Bican, demir döküm fabrikasında işe girmiş ve artık bu şehre ayak uydurmaya çalışacaktır. Köyde tarımla ilgilenen biri olarak bu durumda zorlanacağı aşikârdır. İlerleyen sayfalarda bizi Derviş Usta, Seydali, Zülküf Ağa ve diğer karakterlerin hayat karşısında verdiği mücadeleler karşılıyor.
Az önce bahsettiğim gibi hayat karşısında artık gözümüzü açmamız gerektiği düşüncesi verilmek istenen temel mesajdır. Lakin kişi kadrosu o kadar karmaşık alınmıştır ki bir tablo oluşturmama rağmen halen mantıksız gelen bir sürü bölüm var. Örneğin; İkindiyi Kılmak bölümünde yer verilen Recai Bey. Recai Bey'in Cevher Bican'la bir alakası olup olmadığını öğrenmeye çalışırken en az iki üç kez aynı bölümü okumak zorunda kaldım. Bu karışık verilen kişi kadrosu da insanın okuma isteğini azaltıyor. Verilmek istenen mesaj her ne kadar güzel olursa olsun insanın okuma iştahı kaçıyor.
Kitabın tamamında yer verilen betimlemeler, içinde hep doğa unsuru bulunduruyor ve bu da kitap karakterlerimizi daha iyi algılamamıza yardımcı oluyor. Misal, fabrika bacasını betimlerlerken bile fabrika bacasının simsiyah bir selvi gövdesine benzediğini söylüyor. Bu da insanların şehir değiştirse bile içinde; memleketlerine, özlerine dair duyguların unutulmayacağını gösteriyor.
Kitabın dilini de yine anlamamız için büyük özen göstermemiz gerekiyor. Her bölümde en az birkaç kez arama motorundan araştırma yapmalıyız ki verilen mesajları anlayabilelim. Evet, kelime dağarcığımıza yeni bir sürü kelime giriyor; eleğimsağma, an-ı vahit, mülevves, celep, hamayıl, biteviye, şıpınişi çalışmak, ünsiyet, kruvaze, hışmile, tevatür, nuhusetlik, niza, şehla, müstahdem... Kelimeler bunlarla sınırlı değil, kesinlikle çok daha fazla kelime öğreniyorsunuz ama bu kadar çok kelimeyi yalnızca 88 sayfalık bir kitapla bünyenize yüklemeye çalışmak sadece beyni dolduruyor.
İzninizle, bölüm bölüm incelemeye başlayalım:
Mukaddime'de geçen "Artık başakları istesen de düşünemezsin. O rüzgarda sallanan türküleri. Sıcak tandır ekmeğinin üzerine cızırdayan tereyağını, yayıktan boşalan ayranı, kınalı elleri." satırlarıyla hayata ayak uydurmak için kendimizde vazgeçtiğimiz değerleri yüzümüze vuruyor ve hepimize verilen" Daha çok üret, daha çok tüket, bu döngüde benliğini yok et!" Mesajıyla da yaşadığımız toplumu tekrar görmemizi sağlıyor.
Önce bölümünde Derviş Usta ile Sarıoğlan tam sohbet edecekken görevli gelip bu kapıdan içeri insana dair herhangi bir şey girmemesi gerektiğini söylüyor çünkü içeride herkes köle. Artık hep böyle değil mi? Bu sistemden içeri girdiğimizde ne balık ne kuş ne de deve olmamız sistemi alakadar etmiyor, sana verilen görevi yaparak ömrünü tüketmelisin!
Kalıcı Mıyız? Bölümünde hemen ilk paragrafla kitabın yazıldığı tarihin sosyoekonomik yapısına eleştiride bulunmuş, etli nohutun tadı için bile insanlar bu duruma katlanır olmuş. Bölüm boyunca Zülküf Ağa hep "Öl büyük yerde, kal büyük yerde." düşüncesindeydi lakin Bican'ın dediği gibi onlar ayak bastıkları toprakların acemisiydi. İlerleyen satırlarda tarımda insan gücü yerine makineleşmeye geçilmesi üzerine köylerden kentlere yapılmak zorunda kalınan göçler ve Mirsad'la bölünen topraklardan bahsetmiş Mustafa Kutlu. Ve hemen bir sayfa sonra Zülküf Ağa karakteri üzerinden "Sistemde tutunmak için seni sen yapan özelliklerden vazgeçmelisin." düşüncesi hissettirilmiş. Zülküf Ağa da hayata tutunmak için güreşinden vazgeçmişti ya da sadece vazgeçtiğine kendini ikna etmişti yoksa hamayılı neden hala boynunda taşıyor olsun ki? Hamayılı yani uğuru onu bu zulümden kurtardı. Hamayılı çürümüş ipinden kurtularak kecgerenin dibine düşmüştü. Zülküf Ağa onu almaya çalışırken orada vefat etmişti. Hamayılı, ölü bedeninde parmaklarının arasında sallanıyordu. Onu ölmekten başka hiçbir şey kurtaramazdı ya bu proleter sistemde çürüyüp gidecek ya bu faşizme karşı ayaklanacak ya da ani bir ölümle kucaklaşacaktı. Maalesef bu kaybettiğimiz ne ilk ne de son can olacak. İşçiye köle gibi davranıldığı sürece hiçbir şey değişmeyecek çünkü onlar bu sistemin yapıtaşı.
Bekaret bölümünde yine o zamanın ve günümüzde de var olan "modernleşme" konusu eleştirilmiş ancak ben buradaki bu durumun mübalağayla aktarıldığı görüşündeyim. Belki bu mübalağayı Bican'ın Anadolu'nun içinden İstanbul'a gelmesiyle yaşadığı şoku ifade etmek için kullandığını düşünebiliriz. Evet, "modernleşme" adı altında çok saçma durumlara şahit oluyoruz ama bana göre burada ima edilen şey tamamiyle insanların giyimlerini kısıtlamaya yönelik düşünceleri empoze ediyor ve bu da kitapta vurgulanmaya çalışılan "öz"ümüze uygun değil.
Şimdilik Bican'ın hayatına kısa bir ara verelim. Bu bölüme kadar kişi kadrosu yine de çözülebilir şekildeydi ama İkindiyi Kılmak, Bayramdan Kaçanlar, Gergef ve Firâk Açmadadır bölümlerini çözmek çok kafa kurcaladı; kitabı yarıda bırakmayı bile düşündürttü.
İkindiyi Kılmak bölümünde Recai Bey'in hayat telaşında önce dini görevlerini yapmayı unuttuğu ama zaten dünyevi sorumluluklarını da sistemden kaçmaya çalışırken aksattığını;kısaca bu sistemde zamanın, hayatın, herhangi bir şeye yetmediği çok güzel şekilde vurgulanıyor.
Bir sonraki bölümde sanki bayramın korkulası bir etkinlikmişcesine ondan kaçtığımız ve dinen bizim için bu kadar önemli bir günü bile sisteme kaptırdığınızı, sistemin bizi çoktan ele geçirdiği yüzümüze çarpılıyor.
Gergef bölümünde birçok kez okumama rağmen asla çözemediğim paragöz, kapitalist karakterle yine "Onlar öyleyken ben neden böyle olamadım?" düşüncesi verilerek insanın kendini hep daha çok için tükettiğinden ve kadın karakterle de kitabın yazıldığı dönemde kadınların da hayatlarının bir hiç olduğu şu dizellerle ifade ediliyor: "Çöküyor akşam karanlığı. Buğulanan camların ardında bitiyor bit gün daha. Beyaz tülbentinin kenarına sil gözyaşlarını. Bekle, kimi? Hayal et, neyi? Çöksün omuzların, sol biraz. Dikiş, nakış, uzun etek, başörtüsü, çamaşır, yemek, süpürge, pırıl pırıl yıkanan taşlıklar, dua, namaz, uykusuz gece, yasak rüyalar, tövbe. Bak yine iğneyi eline batırdın." Burada da ifade edildiği gibi kadının görevi sadece hizmet etmek olarak geçiyor o zamanlarda da.
Paragöz diye adlandırdığım karakter birkaç satır sonra eşine "karı aklı"nın ne kadar yetersiz ve saçma olduğunu yani yine ladını kendine değersiz hissettiren tutumlar içine sürüklüyor. Kız evladını okutmayacak ne kadar iyi ettiğini ama şu hergele heriflerin kızına tanımadığı haklara rağmen neden bu kadar sorumsuz olduğunu söyleyip kendi içinde bu yanlışı doğru olarak kabul ediyor. Ebeveynlerin evlat yetiştirmek konusunda -özellikle kadın erkek olarak- ayrımcılığın zirvede olması ve aslında bu yanlışın ebeveynlere ne kadar güzel geldiğinden bahsediyor.
Firâk Açmadadir bölümü için elle tutulur herhangi bir şey söyleyemeyeceğim çünkü çok karmaşık. Başlığa bakınca arama motorunu açtım ve firâk kerimesinin anlamına baktım; ayrılık, ayrılık üzüntüsü anlamına geliyormuş, bölümde "baldırıçıplak"bir kadının kayınvalidesinin yarattığı huzursuzlukla daha fazla dayanamayıp eşiyle boşandığı ve yıllar sonra tekrar evlendiğini söylüyor. Ama bu durum ve hikayenin başlığı gerçekten kafamda herhangi bir düşünce oluşmasına sebep olmadı ve bana göre kitapta anlatımı en bozuk olan, en anlaşılmaz bölüm buydu.
Şimdi az önce ara verdiğimiz Bican'ın ve onun işçi arkadaşlarının yaşamına dönelim: Arada bulunan Yokuşa Akan Sular bölümünü konudan kopmamak için atlamıştım ama şimdi oraya geri geldim. Bu bölümde kitapta her alanda bahsedilen sisteme karşı ayaklanmalar kendini ilk defa gösteriyor. Seydali ortalıktaki huzursuzluktan işkilleniyor ve yan yana olduğu Bican'a bu durumun iyiye işaret olmadığını, oradan uzaklaşmaları gerektiğini söylüyor. Bican bu durumu ciddiye almıyor ve orada durmaya devam ediyorlar. Ama sonrasında olaylar başlıyor ve onlar da orada olduğu için kurunun yanında yaş da yanıyor. Tutuklandıklarına Başefendi'yle Seydali arasında geçen diyalogda Seydali'nin içinde insan olmanın verdiği samimiyetle rahatça çiz oynadıklarını söylüyor ve oradakiler de bu samimiyete dayanarak güveniyor ve rahatlıyorlar. Ne yazık ki bu samimiyet artık çoğumuzda yok!
Yollar yıllar sonra Seydali karşımıza hastalığı sebebiyle fabrikayı bırakmış ve sokaklarda seyyar karpuz satıcısı olarak çıkıyor. Cuma namazına yetişiyor, kapı önünde üç tekerlekli seyyar arabası. İnsanlık hali ya, namaza odaklanamıyor, aklında geçim kaynağı olan arabası. Namaza devam ediyor ve daha sonrasında kafasını çevirip baktığında arabası orada yok. Sokağa iniyor, sokakta bir insan seli. "İşçiyiz, güçlüyüz" yazıları arasında Bican'ı görüyor. Konuşurlarken beraber kalabalığa karıiıyorlar ve tam "Katil iktidar!" Sloganlarıyla bütünleştikleri anda kurşun Bican'ın şakağından giriyor.
"Suyu yokuşa vurma, elbet bir yolu vardır." diyordun ya Seydali artık o eşikten geçildi. Hak verilmiyor, almamız lazım. Artık konuşma vakti, susmama vakti. Yokuş en azından düzlük olana kadar yokuşa akmaya geçmişte devam ettik şimdi de devam edeceğiz,etmeliyiz! Dayan Seydali, hepsini atlatacağız!
Yazar: Misafir Köşesi - Yayın Tarihi: 24.04.2023 09:00 - Güncelleme Tarihi: 17.04.2023 10:54