Zindan Adası

Betül Süslen, Kitaphaber için kaleme aldı...
"Gerçekle hayal arasında salınacağız ama asla ikisinden birine kurulmayacağız, arada asılı kalacağız."
Zindan Adası (Shutter Island) 2010 yapımı Martin Scorsese filmidir. Usta yönetmen Martin Scorsese tarafından Dennis Lehane'nin ünlü romanından sinemaya uyarlanan filmin başrolünde yönetmenin gözde oyuncularından Leonardo Di Caprio bulunuyor. Gerçek bir sinema aşığı olan ve film sanatına tutkusunu hiç yitirmeyen Martin Scorsese, Shutter Island'da kendi kökenlerine dönüyor ve inşa ettiği muazzam suç sinemasının kaynaklarını izleyici ile paylaşıyor.
Film Alman Dışavurumculuğundan güç almıştır. Dünyanın birey merkezli algılanışı temelinde kurulan akım, 1. Dünya Savaşı'ndan yenik ayrılmış ve darmadağın olmuş bir ulusun insanlarının ruhsal ve psikolojik durumlarının da yansımasıdır. 1. Dünya Savaşı'yla birlikte insanoğlu en karanlık ve korkutucu yanlarını keşfederken, yaratılan korku filmi karakterleri de insanın karanlık doğasına vurgu yapar. Dışavurumculuktan beslenen klasik kara filmlere ve gotik edebiyatla ucuz romanları içinde eriten dedektiflik hikayelerinin anlatıldığı bir alt tür olan "hard-boiled" filmlere göz kırpan Zindan Adası, genetik olarak akraba olduğu bütün bu türleri Hitchcock'un gerilim tarzıyla birleştirmiştir.
Filmin hikayesi: "Boston açıklarında, içinde azılı akıl hastalarının bulunduğu ve dış dünyayla iletişimi tek bir noktadan sağlanan bir adada hastalardan birinin hücresinden kaçmasıyla başlar hikâye. Bu olayı araştırmakla görevli iki polis şefinin adaya gelmesinden sonra fırtına nedeniyle adanın ana karayla iletişimi kesilir ve herkes adada mahsur kalır. Teddy Daniels ve Chuck Aule isimli iki polis memurunun, bir akıl hastasının ortadan kaybolması üzerine tehlikeli akıl hastalarının tedavi gördüğü Shutter Adası isimli bölgede Ashecliffe Hastanesi'ne soruşturma yapmak için gitmesi ve sonradan gelişen esrarengiz olaylar aktarılıyor filmde. Burada karşılaştıkları isyan tablosu ve çığrından çıkan işler bu davayı gittikçe zora sokacak. Zamanla rüya ve gerçek arasındaki sınırlar zorlanacaktır."
Filmin, temelinde yatan aldatmacaya rağmen, aslında basit bir hikâyesi vardır. Dört tarafı kayalıklarla çevrili bir adadan kaçan bir akıl hastası ve olayı inceleyen iki polis şefi...
Bu basit hikâyeyi karmaşıklaştıran unsursa, insanın doğasında ve yaşadığı olayları algılayış tarzında gizlidir. Olayı incelemek için adaya gelen polis şefi Teddy Daniels'ın 2. Dünya Savaşı'nda Nazi toplama kamplarından birinde gördüğü manzaraları hatırlamasıyla başlayan insan doğasının karanlık yönüne yapılan vurgular ve sonrasında insan algısının göreceliğini ifade eden özne-nesne ilişkisindeki değişim, filmin yüzeydeki görece basit hikâyesini de tersyüz etmeyi başarır. Bu sayede, film içindeki hikâyede gerçekleşen özne-nesne ilişkisine benzer bir şaşırtmacayı eser de seyircisine yaşatır. Tüm hikâye Teddy karakterinin gözünden anlatılıyor. Filmde Teddy'nin yer almadığı tek bir sahne bile yok. Algılarıyla oynanan sadece polis şefi Teddy değildir; oyuna bizler de dâhil oluruz. Teddy'nin bakış açısıyla birlikte bizler de yaşananları ilk elden deneyim kurarak, gerçekliğe yönelik algımızı sınamak durumunda kalırız.
Psikolojik dünyayı ele alan her türlü gelişmeler, insanın iç dünyasını yansıtan hayaller ve bu hayallerin içinde bocalayarak gerçek hayatındaki karakterini terk edip yeni bir karaktere bürünen kişilerin önemli bir kaçış noktası vardır. Bu kaçış noktasında benimsenen ideoloji şu şekilde ele alınabilir: "Gerçek öyle değil, böyledir." Bilinen o ki, çoğunlukla bilinçaltı bazı duyguları arka plâna gizleyerek kilitler. Her ne kadar o kilitlerin açılması kolay olmasa da, bilinçaltı bazı istisnai durumlarda kilidi açar. Kilit açıldığı zaman o kişi artık olmak istediği kişiliğin bir parçası haline gelir. İnsanlar bunu kabullenmenin zorluklarını bildikleri için kolay yollardan beyinlerine hükmederler. Zaten yüzeydeki olayların altına karmaşık oyunlar saklandığı zaman onları uç noktalara götürerek derinleştiren tuhaf duyguların en derindeki gerçeklikle örtüşüp örtüşmediği aşikârdır. Yanılsamalar, halüsinasyonlar ve akıl oyunları... Tüm bunların bir filme aktarıldığını hayal ettiğimizde, şöyle bir yargıya varabiliriz: "Gerçekle hayal arasında salınacağız ama asla ikisinden birine kurulmayacağız, arada asılı kalacağız." Zindan Adası (Shutter Island) aslında travmaların kalıcı etkisini vurguluyor. Travmalardan ya kaçarsınız, ya da onlarla yüzleşirsiniz. Filmin tamamı bu fikrin analitik bir uygulaması şeklinde çalışıyor.
Zindan Adası; Dr. Cagliari'nin Muayenehanesi gibi insanoğlunun karanlık yanını vurgulayan çılgın bir korku filminden, Invasion of the Body Snatcher (1956) gibi Soğuk Savaş döneminin paranoyasını yansıtan bir bilimkurgudan, Hitchcock'un Vertigo'su (1958) gibi "metafizik baş dönmesi" duygusunu yaşatan bir klasikten ve Cul-de-Sac (1966) gibi bir adada geçen ve kimin deli kimin akıllı olduğunu tahmin etmenin gittikçe imkânsızlaştığı bir gerilim filminden izler taşır. Ama Scorsese kendi filminin atmosferini kurarken, bütün bu parçalardan dikkatli bir şekilde faydalanır. Farklı dönemlerde çekilmiş ve kendi içlerinde farklı nitelikler taşıyan bu filmlerin hiçbiri, günümüzde post modern anlatılarda sıkça örneklerini izlediğimiz filmlerdeki gibi alelade serpiştirilmiş "pastiş" niteliği taşımaz. Bu parçaların hepsi Scorsese'nin filminde bütüne hizmet eden bir dişliye dönüşür.
Zindan Adası, hafıza, bilinç ve gerçeklik kavramlarını kendi oyununu kurmak için yüzeysel malzemeler haline getiren filmlere inat, modernist bir tavır benimsiyor. Zindan Adası ustalıkla kurulan atmosferi ve sinemasal yetkinliğinin dışında, paranoya duygusunu seyirciye yaşatarak; seyirciyi de film bitmesine rağmen şüphe içinde bırakmayı başarır.
Yönetmen: Martin Scorsese
Yapımı: 2010 - ABD
Tür: Dram, Fantastik, Gerilim
Süre: 138 Dak.
Oyuncular: Leonardo Di Caprio, Mark Ruffalo, Ben Kingsley, Michelle Williams, Emily Mortimer
Yazar: Misafir Köşesi - Yayın Tarihi: 27.12.2013 09:22 - Güncelleme Tarihi: 05.07.2022 17:21