Yeni Kitap Söyleşisi: A. Erkan Akay

Erkan Bey merhabalar, söyleşimizi kabul edip zaman ayırdığınız için teşekkür ederim. Sizinle daha önce yazım süreleriniz üzerine konuşmuştuk, okuma ve yazma serüveninizi okurlarımıza çok detaylı ve samimi olarak aktarmıştınız. Bugün yeni çıkan kitabınız Göksu üstüne konuşmak istiyorum.
Merhaba. Davetiniz için ben teşekkür ederim.
Tulu Kitap'tan son eseriniz Göksu çıktı, hayırlı olsun. Esasen ben kitabı okurken çocuk edebiyatına ait bir romandır fikriyle okudum fakat bana kalırsa yetişkinlerin de keyifle okuyacağı katmanlı ve oldukça akıcı bir roman. Eserin çıkış fikri, zihninize ilk düştüğü an yahut olay nedir? Göksu'nun kaleme dökülmeden öncesinden bahseder misiniz biraz?
Teşekkür ederim. Evet "Göksu" bir çocuk kitabı değil. Bugüne kadar çocuk kitapları yazdığım için doğal olarak öyle bir beklenti oluşuyor ama "Göksu" her yaşa hitap eden fantastik bir roman. Yaşadığım çevrede, Konya'da geçen gerçeküstü bir hikâye yazma fikri yıllardır kafamda dolanıp duruyordu. Uçsuz bucaksız bozkırın ortasında yükselen gökdelenlerin çatılarında oturan ve oralardan bana bakan bazen meleksi, bazen şeytansı, bazen çocuksu, çeşitli karakterler hikâyem için bir çıkış noktası bulmamı bekliyorlardı. Bundan iki yıl önce turizmle ilgili yeni bir işimiz icabı hem Konya'nın kılcallarına çok daha fazla nüfuz etmeye hem de insanlarla daha yakın temas kurmaya başladım. Bölgenin tarihi, coğrafyası, sanatı ve toplumuyla ilişkim arttıkça zihnimde bekleyen o hikâye de yavaş yavaş şekillenmeye başladı. Konya'ya adını veren bir ejderha efsanesi var. Şehre bir ejderha musallat oluyor ve onu alt eden kahramanın heykeli dikiliyor. O zaman bu heykele "İkon" dendiği için şehrin adı "İkonium" oluyor, sonra zamanla "İkonya" ve Konya'ya dönüşüyor. İşte o ejderhadan yola çıkarak araştırmaya başladığımda önümde geniş bir alan açıldı. Bektaşi menkıbelerinden tutun Türk mitolojisine, halılardaki motiflerden, kale duvarlarındaki oymalardan kazılarda bulunan sütun, taş, alet edevâta kadar birçok yerde ejderha figürüyle karşılaştım. Hatta Hz. Mevlana türbesi avlusunda bile bir ejder çeşmesi var. Ejderhanın tarih boyunca hep yanıbaşımızda olmasına rağmen bugün hiç hatırlanmıyor oluşuna üzüldüm. Ona yüklenen anlamları yeniden canlandırabileceğimi düşündüm. Böylelikle "Kadim Şehrin Unutulmuş Efsanesi" alt başlığıyla, bugün Konya'da yeniden dolaşmaya başlayan ejderhanın ve onun peşine düşen iki gencin hikâyesini yazdım. Bu gençlerden biri Göksu isimli Konyalı bir rehber kız, diğeri ise George Santana ismiyle Konya'ya gezmeye gelen ama hikâye ilerledikçe farklı kimlikleri ortaya çıkan genç bir yabancı turist. Her ikisi de izci soyundan geliyorlar. İzciler asırlardır ejderhaları takip ediyor ve ejderhaların son nesliyle izcilerin son nesli bugünün Konya'sında karşılaşıyor! İşte fikir böyle olgunlaştı.
Göksu'nun sıradan bir tur rehberi olarak sürdürdüğü hayatı gördüğü bir ejderhanın peşine takılmasıyla değişiyor, fakat romanda bu değişim sadece fantastik unsurlarla örülü değil. Bir yanı gerçek hayata, olaylara da tutunuyor. Ben bu nedenle Göksu'ya sadece fantastik bir roman diyemiyorum. Siz nasıl tanımlarsınız?
Benim aslında "turistik fantastik roman" diyesim geliyor. Okuyan birçok kişinin tanımında "ayakları yere basan bir fantasya" gibi ifadeler duydum. Bu sizi destekliyor. Zaten hikâyenin başlarında da karakterlerimden birine, gerçekle gerçeküstününün yavaş yavaş birbirine karışacağı ve bir yerden sonra ayırt edilemeyeceğini söyletiyorum. Öyle de oluyor. Gerçeküstü öğelerle başlayan akış sona doğru gerçekle gerçeküstünün kaynaştığı bir hâl alıyor ve artık olağandışı olan her şey olağanlaşıyor. Fantastik hikâyenin zaten bunu başarması gerekir. Okur bir yapaylık sezerse ve bu ikisi birbirinden çok uzak kalırsa bence hikâye çekiciliğini kaybeder. Bu romanda Konya'nın bazı yolları, sokakları, çarşısı, binaları, meczupları hatta belediye başkanı bile gerçek. Ama bir taraftan da şehrin üzerinde uçan, dağlarına konan; inlerine, obruklarına giren ejderhalar var. Tabii sadece mekan ve karakter meselesi değil; Konya'nın su sorunu, toplum hayatı, insanî çekişmeler ve görünmeyenin bunlar üzerindeki etkisi. Görünen ve görünmeyen, insan hayatının iki yüzü. Biri diğerinden önemsiz değil. Roman biraz da bunu ortaya koymaya çalışıyor. İçteki mücadelenin dışarıya nasıl yansıdığını cisimleştirmeye uğraşıyor. Bu sırada okur kendi içindekileri görmeye başlarken belki biraz da diğerlerinin içinde olup bittiğinden habersiz kaldığı duyguların, düşüncelerin farkına varıyor.
Göksu'da bana kalırsa en dikkat çeken unsur mekânlar. Mevlana Caddesi, İplikçi Camii, Takkeli Dağ, Çatalhöyük ve Konya'nın türlü sokaklarında okur da Göksu'nun peşinde bir arayışa çıkıyor. Konya'yı seçmenizin nedenlerinden bahseder misiniz? Orada yaşıyorsunuz tabii ama sizi tanımayan okurlarımız için Konya ile bağınıza da değinmenizi isteriz.
2008'de İstanbul'dan Konya'ya taşındık. Buna bir göç de diyebiliriz. İstanbul'da iki nesil öncesinden kurulmuş bir düzenimiz vardı. Ticaretle uğraşan bir aile olduğumuz için bütün işi gücü toplayıp tamamıyla Konya'ya taşımamız neredeyse 15 yıl sürdü. Hâlâ da İstanbul'da kalıntılarımız mevcuttur. Konya'ya dünyanın maddi-manevi zelzelelerinden korunmak niyetiyle geldik. O da mistik bir hikâyedir ama burada anlatılamayacak kadar uzun. Nihayetinde Konya insana, özellikle de İstanbul'dan gelen insana geniş zaman sunuyor. Orada kaybettiğiniz birçok vakti burada kazanıyorsunuz. İstanbul'da kalsaydım bu kadar okuyabilmem ve tek bir kitap bile yazabilmem muhtemelen hiç mümkün olmayacaktı. Neyse ki kader ağlarını böyle ördü. Türkiye'nin hemen hemen her yerini gezmiş biri olarak söyleyebilirim ki Konya Türkiye'nin en yaşanılası şehri ve ikamet ettiğim Meram ilçesi de Türkiye'nin en yaşanılası ilçesi olabilir. Şehir merkezine beş dakika mesafede yemyeşil bir vaha. Tek eksiği bir akarsu ya da deniz! İşte "Göksu"yu doğuran sebep de biraz bu. Artık teknik kanıtları da ortaya konarak söylenebiliyor ki Konya'da eskiden deniz varmış. Aslında Van Gölü gibi çok büyük bir göl ama büyüklüğünden dolayı deniz deniyormuş. Deniz ortadan kalktıktan sonraki bin yıllar boyunca Meram'dan akmaya devam eden suların görkeminiyse Evliya Çelebi'den biliyoruz. Buradaki bağların bahçelerin dünyada eşi benzeri olmadığını söylüyor. Ejderha efsanesiyle başlayan romanım, yer ejderi ve gök ejderi mitolojimizden alacağını alarak akıyor, yer altı sularına karışıyor. Duymuşsunuzdur, "Göksu" aynı zamanda Konya'yı yeniden suya kavuşturacak nehrin adı. Şehrin doğusundan kaynaklanıyor, Akdeniz'e dökülüyor. Şehrin ileri gelenleri suyu Konya'ya çevirmek derdindeler ve bu dert tarih boyunca hem şehrin ileri gelenleri hem de şehrin sırlı adamları tarafından da güdülmüş. Aklı başında sayılmayan meczuplar bile şehre su getirmek derdine düşmüşler. Başaranlar da olmuş. İsimleri hâlâ anılıyor. Bu kadar çok bağlantıyı bana sunan kadim şehrin efsanevî bir romanı olmasın mıydı yani? Elbette olacaktı. Hem de öyle bir oluyor, öyle bir doğuyor ki hikâyenin yazardan bağımsız bir kimliği olduğunu düşündürüyor. Yazara bile! Bu hikâye bir şekilde ortaya çıkacaktı, beni kendine yol edindi diyorum. Efsaneler, menkıbeler, mitoloji; bunlar yaşıyor. Biz ölüyoruz. Bunlar yaşamaya devam ediyor. Sanırım kadim şehrin efsanesi de yaşayacak.
Göksu ile özdeşim kurduğunuz yerler var mı? Çocukluğunuzda masallara, efsanelere inanır mıydınız?
Aslında çok gerçekçi, mantıkla, akılla hareket eden bir insanımdır. Masal edebi türler arasında en uzak olduğum türdür. Zaman zaman mitoloji ve efsanelere ilgim olduysa da saplantı ya da takıntı biçiminde değildir. Ama Göksu'yla özdeşim kurduğum yerler de var, onu ve hikâyemdeki tüm karakterleri özdeşleştirdiğim insanlar da çevremde dolaşıyor. Aslında bu hikâyenin tam ortasındayım denebilir. Bu defa bir çocuk olarak değil, bir yetişkin olarak.
Bir okur olarak kitapta en sevdiğim yerler; keşkülün çalınması ve Göksu'nun gömleği giydiği bölümler oldu. Özellikle geçmişle olan bağın bir nesne ile aktarılması okur olarak beni etkiledi. Keşkülün gerçek bir hikayesi var mı? Bu kitaba nasıl girdi merak ediyorum?
O keşkül gerçekten de asırlardır Hz. Mevlana dergâhında duruyor, bugün müze kısmında sergileniyor. Zamanında çarşıya çıkan dervişlerin boyunlarına taktıkları bir eşya, bir kaptır keşkül. İnsanlar, çarşıda dergâhın işlerini gören, dilenmeyen ama infak kabul eden bu gençlerin boyunlarına astıkları keşküllere hububat, bakliyat, meyve sebze bırakırmış. Keşkül tatlısı da oradan geliyor. O kaplara konulan hububat ve bakliyatla yapılan tatlıya keşkül deniyor. Kabın Mevlana'ya Buda'dan geçtiği ise benim kurgum ama hiç de olmayacak iş değil. Meseleler, durumlar, insanlar hep aynı. Tıpkı Konya'dan geçen Barnabas ve Aziz Paul gibi. Onlarınki de gerçek bir seyahat. Her devrin arayışı aynı. İnsanın derdi aynı: Hakikat!
Keşkül, kılıç, kelebek üçlemesi kitaba zaten her biri var olduğu için girdi. Her birinin geçmişi var. Uydurulmuş simgeler değiller. Tahta kılıç Bektaşî menkıbelerinde dervişlerin, şeyhlerin manevi mücadelesini simgeliyor. Konya'da da çarşıda çift tahta kılıçla gezen bir meczup varmış. İnsanlar onun hangi mücadelesinde yenilip ya da galip gelip boyut değiştirdiğini belki hiç bilemediler, belki bilenler olduysa da bize duyuramadı. Ben onu hatırlamak ve yorumlamak istedim.
Kelebek de yine menkıbelerden... Menkıbelerin birinde, kelebeklerle karşılaşınca dona kalan, böylelikle derviş tarafından avlanan bir ejderha olayı var. Göksu da ejderha ile mücadelesinde kelebeklerden yardım alıyor. Bunun için yolu Konya'daki Tropikal Kelebek Bahçesi'ne düşüyor. Konya ve kelebek artık birlikte anılan bir ikili oldu. Romanda Konya'da bulunan bu üç önemli nesne üzerinden yürüyen bir kurgu var.
Gömlek olayı zaten başlı başına bir fantastik film sahnesi. Belki de (umarım) bir gün herkes o sahneyi konuşacak. İzci soyunun izcilik özelliklerini nesilden nesile aktarması için gömlek imgesini kullandım. Doğru kişi tarafından giyildiğinde canlanan bir gömlek! Üzerinde sabit görünen kelebek kanatlarının titreşmeye başladığı bir gömlek. Eskilerden kalan ama zamanın ötesinde bir tasarıma sahip. Dolayısıyla herkesin ilgisini çekiyor ve görenleri hipnotize ediyor. Tıpkı ejderhayı hipnotize eden kelebekler gibi. Kahramanın teniyle kaynaşıyor ve görev bitip de çıkarılana kadar onunla yaşıyor. Burada bir gelenek meselesi gizli. Bir taraftan da insanın üzerinden kolay kolay atamadığı huyu, suyu, genetik mirası temsil ediliyor. Onu ehlileştirmek gerekiyor. Onu yontmak, şekillendirmek gerekiyor. Ateşten gömlek de olabilir, ateşten koruyan gömlek de. Giyene bağlı.
Maalesef fantastik edebiyat daha çok yönünü batı mitolojisine çeviriyor bizde. Göksu bu balkımdan çok önemli. Hem günümüz gençlerinin hayal alemine hitap ediyor hem de bir yanı bu topraklara basıyor. Bu Türk edebiyatı açısından çok kıymetli. Göksu'nun maceraları devam edecek mi merak ediyorum çünkü bir seriye dönüşmesini arzu ettim okurken.
Bu biraz bizim kabahatimiz. Biz fantastik hikâyeler, öyküler, romanlar, filmler verdik de okur okumadı, seyirci izlemedi mi? En kadim birikim bizde olmasına rağmen üretimi, yenilemeyi, güncellemeyi yapamadık; bizim edebiyatımız ideoloji tesisi çabasından oralara hiç gelemedi. Bol bol var olanı tekrar ettik, o da bir yere kadar çalıştı. Bir yerden sonra yeni nesilleri tatmin etmedi. Bence de Göksu bu anlamda çok önemli ama onu benim önemli görmem açıkçası pek bir şey ifade etmez. Önce okur, önemli ve kayda değer bulmalı. Sonra belki biraz da bu eksikliği hissedenlerin desteği olsa hiç fena olmaz. Bizim hikâyelerimizin o Batı kaynaklı hikâyeler gibi kabul görmesi için önce görünür olmaları lazım. Ben bu kitabı önce okura sonra da Konya'nın, Anadolu'nun edebiyat çevresine emanet ediyorum. Bunu "çok iyi bir kitap yazdım" kibriyle değil, "okuyup severseniz sizlerle birlikte yükseleceğine dair bir umudum var" beklentisiyle söylüyorum. Şehirlerimize dair yazılmış romanlar oldukça sınırlı. Fantastiklik ölçütü eklenince sayı iyice düşer sanırım. Kaç şehrin fantastik bir romanı vardır?
Çocuk edebiyatından yetişkin edebiyatına bir geçiş, bir basamak denebilir mi Göksu için? Bundan sonra yetişkinler için de roman yazma projeniz var mı?
Böyle planlar hiç yapmadım. Bundan sonra ne yazacağımı şu an bilmiyorum. Ortaya çıkmak isteyen bir hikâye olursa ben buradayım. Edebiyat geniş bir alan ve her tarafına uzanmak, en azından uzanmayı denemek mümkün. Biri diğerinden yüksekte bir basamak gibi değil de birbirine bağlı sicimler gibi düşünülebilir. Daha önce kısa hikâyeler, uzun hikâyeler, tarihi kurgu, bilim kurgu, biyografik roman ya da anı gibi türlerden sayılabilecek metinler yazdım. Pek ele alınmamış ve muhtemelen bundan sonra da alınmayacak "faiz" gibi bir konuyu bir çocuk-genç kitabında ele almayı denedim. Benden talep edilen, gıda ve çevre bilinci gibi, edebî çerçevede kalmayı zorlayan eğitsel konularda belgesel hikâyeler bile kaleme aldım. Her birinden ayrı keyif aldım. Biri diğerinden daha zor ya da üstün değildi. Sıradaki sicimi asıldığımda ne gelecek bilmiyorum. Umarım beni uğraştırmaz, o beni asılır. Yazarken güzel vakit geçirmek ve ortaya çıkan metinden mutmain olmak benim için yeterli. Tabii daha önemlisi okurun takdiri ve talebi. Onun teşviki olmadığında yazmanın fazla bir anlamı yok. Uzun lafın kısası: Zaman gösterecek.
Cevaplarınız için teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim. Okuyanlara selam eder, size başarılar dilerim.
Yazar: Tuba YAVUZ - Yayın Tarihi: 10.10.2025 09:00 - Güncelleme Tarihi: 08.10.2025 15:39