Günümüzün Anlatıcıları: Selman Dinler İle Konuştuk
![Günümüzün Anlatıcıları: Selman Dinler İle Konuştuk](https://www.kitaphaber.com.tr/assets/uploads/images/content/2024/content_gunumuzun-anlaticilari-selman-dinler-ile-konustuk_MlPFf.webp)
Kişiyi yazmaya yönelten temel etken hayaller mi yoksa gelişen şartlar mı? Ya da diğer bir etken... Sizde hangisi daha etkili oldu?
İnsanın yazmaya başlaması için, öncelikle yazmaktan haberdar olması gerek. Yazıyla temas etmesi, yazıdan etkilenmesi ve yazı dünyasının bir parçası olma arzusu duyması gerek. Yazının saygınlığına şahit olmak, çok önemli.
Sözün gücüyle hepimiz çok erken yaşta, su, süt, anne, baba diyerek tanışıyoruz. Ağzımızdan çıkan doğru sesler, isteklerimizi ayağımıza, dudağımıza getiriyor. Bu pratik büyüdükçe de sürüyor, gelişiyor haliyle. Doğru kelimeleri doğru şekilde söylersek karnımız doyuyor, kapı kapanıyor, ışık açılıyor, çikolata alınıyor. Daha da iyiysek kelime dizmecede, zengin olabiliriz, âşık olduğumuz kişiyi önce akşam yemeğine sonra da evliliğe ikna edebiliriz. Dilin gücünü herkes bilir.
Kelimeler kâğıda düşüp metinlere dönüştüğünde, dilin dinamikleri de değişir. Cümleler uzar, nadiren kullanılan kelimeler bulunup getirilir, her şey daha büyük, daha özenli ve daha ciddidir kâğıt üstüne. Söz uçar yazı kalır, malum. Konuşma sırasında kulağımızı rahatsız etmeyen özensiz cümleler, metne döküldüğünde gözümüzü kanatacaktır. Her hata sayfadan dışarı doğru zıplar, bize saldırır yazıya geçirildiğinde.
Doğru beden dili, mimikler, bariton ses ve kıyafetlerle muazzam bir hatip sandığımız bir politikacının başımızı döndüren konuşmasını olduğu gibi kâğıda dökersek, çok sayıda yarım yamalak cümle, gramer hatası ve bir sürü birbirine benzer bayağı laf görüp şaşırabiliriz. Diğer yandan nefis cümleler yazan pek çok yazar da mikrofon başına geçtiğinde pepeleşir, sığlaşır, beyinleri korkudan küçülüp enselerine doğru kaçar neredeyse. Sözlü ve yazılı dil, biraz farklıdır yani.
Haliyle dille ilişkiyi gündelik kullanımdan, kalıcı bir yazılı eser seviyesine çıkarmak için, en başta dediğim gibi öncelikle bunun iyi örnekleriyle karşılaşmak gerek. Sonra da biraz gözükaralık, biraz da kültürel sermaye yazarlığa başlangıcı hızlandırır. Okul yıllarında biraz heveslenir çoğumuz. Küçük aşk şiirleriyle, yalnızlıktan şikâyet eden, mutsuzluğunu ifade eden karalamalarla kendimizi sınarız. Ama nasıl her mahalle maçında ayağına top değen futbolcu olmuyorsa, bu çocuklardan da pek azı işi ileri götürüp yazarlığa cüret eder.
Benim için de böyleydi. Babamın kitaplığı, kalın çerçeveli gözlükleri, annemin onu dinlerken gözünde ışıldayan saygı, mahallemizdeki kütüphanede bulduğum sıcaklık ve huzur ve belki de en önemlisi, kitapları anlayacak, onlardan zevk alacak bir dil yeteneğine sahip olmam, beni önce okuma bağımlısı, sonra da yazarlık heveslisi yaptı.
Sorunuzda hayaller veya şartlar diye bir ayrıma gitmişsiniz? Ben daha çok şartlardan söz ettim sanırım. Hayaller, bilemiyorum. Hayalci kişiler daha mı çok yazar oluyor? Buna dair bir şey diyemem. Hayallerle başı dönen, kendinden kafası güzel, bulutların üstünde, harikalar diyarında ters parendeler atarak yaşayan tanıdığım kişiler, yazmıyor. Yazacak hevesleri olsa bile, bir yapı kuracak soğukkanlılığa, sabra ve analitik becerilere sahip değiller. Konuşurken bile dağılıp camdan dışarı uçup gidiyorlar. Yani, hayallerin yazarlık için çok da elzem olduğunu düşünmüyorum. Hayal gücü gelişmiş büyük yazarlar var, onları büyük yapan da hayal dünyaları hatta. Yine de önce yazar olmak, sonra hayalperest olmak gerek sanki.
Anlatmanın arkaik yanı düşünüldüğünde, anlatının kutsal yanı var gibi görünüyor. Sizce de öyle midir?
Benim için anlatı çok değerli. Onunla oynadığımda, hatta alay ettiğimde, ciddiye alarak alay ederim. Kötü yazılmış bir metin, zayıf bir anlatı, bende kutsal bir şeye saygısızlık edilmiş gibi öfke uyandırır, belki de bu yüzden sert eleştiriler yazıp düzenli düşman biriktiriyorum. Yine de anlatı kutsaldır diyemem. Hangi anlatı? İdeal anlatı mı, dünya üzerindeki örnekleri mi? Kutsallık benim içimde, sınırlı bir yer tutuyor. Dünyada hava kirliliğinden daha beter bir anlatı kirliliği var. Ramazan sofraları anlatısıyla Coca Cola ürün satıyor. Kripto paraların bile hikâyesi var. Anlatının kendisi kutsal olabilir ama yeryüzündeki temsilcileri, genellikle saygıyı hak etmeyen şeyler.
Post modern anlatım imkânları bağlamında metinlerarasılık yanında türlerarasılık da gündemde. Hatta aynı metinde hem modern hem de post modern imkânlar birlikte kullanılabiliyor. Bu konunun bir şablona oturması gerekir mi?
Hayır, edebiyat hiçbir şablona oturmaz. Biz oturtmaya çalışırız ama o kaçar gider, biraz orada gezinir, biraz burada oyalanır. Bu asi, buyruk dinlemez mizacı olmasa, benim şu an kopuz çalarak koşma düzmem gerekirdi. Bugünün klasikleri, mesela Dostoyevski, Kafka, bir zamanlar deneysel aşırılıkları, edebiyat edepten gelir düsturuna saygısızlıkları yüzünden şer odağı zırtapozlar olarak lanetleniyordu. Bugün de bizim sert saldırılarla haddini bildirmeye çalıştığımız, değersizliğini ilan ettiğimiz bazı yazarlar, geleceğin klasikleri olacak. Bugün yanlış dediklerimize yarın doğru diyecekler. O yüzden bu tartışmaları, menemen soğanlı mı olur soğansız mı, tartışması kadar yararlı buluyorum. Yani oldukça yararlı. Bunları tartışabiliyorsak, diğer temel meseleleri tüketmişiz ve sanatın asıl kıymetli olduğu faydasız bölgesine adım atmışız demektir. (Kısmen şaka)
Gelelim benim mühim fikirlerime: Her hikâyenin en güzel şekilde parlayacağı kendi formu, ona özeldir. Bu dil, bu konu, bu teknikle, metinlerarasılık mükemmel şekilde çalışırken, başka bir hikâyede metinlerarasılığı biraz fazla kullanmak, motoru boğar, hikâye duman atarak olduğu yere çöker kalır. Bir vücut geliştirmeciye fayda sağlayan on yumurta, bir kolesterol hastasını ölüme götürür. Genel doğrular yoktur yani burada. Kitaba göre, hikâyeye göre, yazara göre hüküm vermek gerekir. Türlerarasılık denilince yalnız, tüylerimin diken diken olduğunu da itiraf etmeliyim. İçine şiir karışmış nesir, arada resimlerle çizgiromana dönen novella falan, bunlardan hoşlanmıyorum. Ama karşıma öyle bir örneği çıkar ki, önünde saygıyla eğilirim.
Modern ve postmodern imkânlara gelince, postmodernizmi modernizmden bambaşka bir şey olarak görmeyi eksik bir okuma olarak değerlendiriyorum. Postmodern edebiyat, modern edebiyatın yakın akrabasıdır. Belki bir dalıdır. Ortak genleri çoktur. Yine de bu teorik tartışmaları yazarlar değil de, lezzetli bir paragraf yazma becerileri bile dinozor hocaları ve berbat müfredatlarınca ellerinden alınmış, zaten kavramların dayağını yemiş bulunan mazlum akademikler yaparsa, belki daha faydalı olur. Bir piyano virtüözüne kuyruklu piyano hamalıyla aynı yükü sırtlanmasını buyurmak, acımasızlık değil mi? (Şaka) Biz kurmaca yazarları daha özgürüz bu bakımdan. Neyse, şimdilik çok derinleştirmek istemem bu konuları. Eğer benim laflarımı ciddiye alan bir insan evladı varsa da bu satırları okuyan, ona tavsiyem, edebiyat teorisini her zaman edebiyatın çok aşağısında, bayağı ve pis bir iş olarak görmesidir. Bir noktada zanaatın pis yanlarından da haberdar olmak gerekir ama asıl olan, edebiyattır.
Edebiyat dergilerinde görünüyor musunuz? Görünmek de gerekir mi? Edebiyat dergileriyle ilgili ne düşünüyorsunuz?
Zaman zaman görünüyorum. Bence gerekir de. Çok mu önemli edebiyat dergileri? Aslında değil. Dergi olarak, edebiyatta kapladıkları alan olarak, o kadar önemli değil. Ama bir yazarın motivasyonu, kendini sınaması, diğer yazarlarla temas etmesi ve egosunu sulaması için, önemli. Ben de kendimi henüz bir şey yazmadan büyük yazar olarak gördüğüm zamanlarda, dergilerden küçümseyerek bahseder, okumaya değer bulmadığım şeylerin içine girmek için neden uğraşayım, diyerek bahane üretirdim ama sonradan gördüm ki, asla zihnimizin aynasından yansıdığımız kadar büyük değiliz. Dergilerde, başka amatörler içinde kendimizi görmek, uyku açıyor. Dergileri, insanlar gönüllülük esasıyla, ceplerinden para harcayarak, bir sürü kaprisli, kötü yazarın abuk subuk metinleriyle cebelleşerek çıkarıyor, bu bakımdan elbette değerli. Dergicilere büyük saygım var. Taze yazarlara da, dergilere, sanal ya da matbu, bir ucundan tutunmaya çalışmalarını öneririm. Umduklarından fazla faydasını göreceklerdir. Bazı kapalı, cemaat yapısıyla işleyen dergilere girememek önemli değil, bir sürü dergi var.
Yazarken karşınıza birini alıyor musunuz? Okuyucu yahut hayali bir karakter de olabilir. Yoksa kendiniz mi kendi muhatabınızsınız?
Öyle beğenisini ölçüt alarak yazdığım biri yok. Metin kendi dengesini bulana kadar, metnin gönlü olana kadar yazıyorum. Ben de kısmen biliyorum nerede duracağımı. Zaten yazmanın en zevkli yanı da, bizi bile şaşırtan bu belirsizlik.
Öykü yazmak için en haklı nedeniniz nedir? Yazmasanız ne olur?
Öykü yazmak için en haklı nedenim, ruh sağlığıma iyi gelmesi. Deşarj oluyorum. Entelektüel saframı attığım gibi, şeytanlarımı da biraz evci iznine çıkarmış oluyorum yazarken. Bunun hemen ardından, yazdıklarımı okuyup keyif alan birkaç kişinin olması, beni çok mutlu ediyor. Ben dünyaya her şeyi borçluyum. Ana dilim Türkçe'ye, Türk ve dünya edebiyatına, bu kocaman kütleye, kitap kapağı açmamış insanlara bile, ödemekle tükenmez borcum. O yüzden küçücük de olsa bir şeyi geri verebilmek, beni sevindiriyor.
Yazmasam daha mutsuz olurum. Daha sinirli, daha çirkin. Başka bir şey yapmak zorunda kalırım sonunda.
Yazdığınız kurgunun kaderinizi etkileyeceğine inanır mısınız? Böyle bir deneyim yaşadınız mı?
Pek inanmam. Hiç aklıma da gelmedi galiba böyle bir şey. Batıl inançlarım yoktur diyebilirim.
Öykücüler genelde birbirini sever ama bu eğer bir yarış olsaydı çağdaşlarınızdan kimi geçmek isterdiniz?
Öncelikle sıradışı bir öykücü olduğumun altını çizmek isterim. Çağdaşlarımın da hepsini geçmek isterdim tabii ki. (Şaka değil.)
Ha, geçebilir miyim, sanmam. Benden daha iyi yazanlar vardır mutlaka. Yine de onları geçmeye çalışmam, onlara duyduğum saygının gereğidir.
Hikâye ile öykünün farklı türler olduğuna dair dergiler dosya hazırlıyor ve yazarlar bazen görüş ayrılığına düşüyor. Sizce böyle bir fark var mı? Bu iki kavramla ilgili sizin tanımınız nedir?
Bunlar yukarıda bahsettiğim menemen ve soğan ilişkisini sorgulayan tartışmalar gibi. Yani son derece önemli. Edebiyat biraz da boş işler icat edip onların altını doldurmak değil midir?
Hikâye ve öykünün ayrı türler olduğuna katılmıyorum. Ama iki kelime iki farklı anlayışı yansıtıyor olabilir. Ben kavramların, terimlerin sultasına karşıyım. Daha esnek kullanmayı severim isimleri, kelimeleri. Hikâye de derim, öykü de. Canım nasıl isterse. Sahaya çıkıp çalım atamayanlardan bazıları, ekran başında pozisyon yorumlamayı çok önemser. (Futboldan zerre kadar anlamam.)
Öykü yazıyorsunuz ama iyi bir öykü okuru olduğunuzu düşünüyor musunuz? Dergileri takip eder misiniz? Yeni çıkan kitapları alır mısınız? Bir de son çıkanlardan bize önermek istediğiniz öykü kitabı var mı?
İyi bir okur olduğumu düşünmüyorum. Hele öyküye çok geç başladım ve çok az okudum. Daha çok romancı sayabilirim kendimi. Az çok bilirim klasikleri, dünya ve Türkiye'den çağdaşlarımı da, belki başkalarına göre daha yakından, ama bana göre gayet uzaktan takip etmeye çalışıyorum. Yine de bu yaşıma geldim, bir sürü ismi daha yeni duyuyorum. Aslına bakarsanız, binlerce yazarın, düşük faiz dönemindeki Merkez Bankasının para basma hızından daha seri kitap bastığı günümüzde, öyle her şeyi takip etmek mümkün de değil, akıllı insan işi de.
İnsanın zamanı ve zihin kapasitesi sınırlı. Neden her önümüze geleni okuyalım? Her yeni açılan sanayi tostçusuna, tadım yapmak için koşuyor muyuz? Seçerek okumak gerek. Klasiklerden ve çağımız yazarlarından. Yazıyorsak, bizi geliştirecek, besleyecek şeyleri öncelemek gerek.
Ben biraz da eleştirmen yokluğundan, Türk edebiyatına hizmet açısından, kendi zevkim dışındaki örneklerden de okumaya çalışıyorum. Bir görev olarak. Dergilere şöyle bir göz atarım zaman zaman. Hoşuma gidenleri överim, gitmeyenleri yererim, birkaç kelimeyle. Arada yazı da yazıyorum. Belki bir katkımız oluyordur dil dünyamıza. En azından yeni çıkan, az tanınan arkadaşlardan övgüyle söz ettiklerimden bazıları, benim vasıtamla kitaplarına ulaşan kişiler olduğunu söyleyince, o kadar da kötü biri olmadığımı düşünüp teselli bulabiliyorum.
Yakın dönemden önereceğim isimlere gelince: Kadire Bozkurt, Metin Nart, Hatice Kocabay, Fatma İçyer, Hüseyin Safa Ak, Mehmet Fazlı Gök, Fatih Selvi ve Hüseyin Kılıç'ı sayabilirim.
Bu söyleşi için de teşekkür ederim. Sevgiler, selamlar.
Yazar: Müzeyyen ÇELİK K. - Yayın Tarihi: 26.12.2024 09:00 - Güncelleme Tarihi: 13.11.2024 23:58