Uzun Hikâye: Anadolu Kasabalarında Bir Yurt Arayışı
Murat ÇOLAK yazdı…
Yazar kitapta bir bölümde kendini şöyle tanımlar:
Ben, işte tuhaf bir şey, yollarda doğmuş, yolculukta büyümüşüm. Elbette ki bir kazanın nüfus kütüğüne yapılmış kaydım ama oralı değilim ki. Nereliyim acaba? Bunu kendime de sorar bir cevap bulamam. Coğrafyaya, mekâna dair bir aidiyet duygusu yok bende. Zihnimi eşiyor, hafızamı yokluyorum. Hep yollar, kıvrılıp giden tozlu yollar…
Buradaki "bir aidiyet duygusu yok bende" ifadesi sadece yazarın değil hikâyesi anlatılan üç kuşağın ortak paydası. Uzun hikâye bir aidiyet arama hikâyesi
Öncelikle niçin yazının başlığında "yurt arayışı" ifadesini tercih ettiğimden bahsetmek istiyorum. TDK güncel Türkçe sözlüğe göre yurt kelimesinin birinci anlamı "Bir halkın üzerinde yaşadığı, kültürünü oluşturduğu toprak parçası". Bu anlam için daha çok vatan kelimesini tercih ediyoruz. Kelimenin diğer anlamları ise Yörüklerin yazın veya kışın oturdukları yer. Sahip olunan arazi, emlak. Göçebe Türklerin oturduğu çadır. Dikkat ederseniz ikinci grupta saydığım anlamlarda yerelleşme hatta bireyselleşme var. Vatan üst kimlik ve aitliktir, vatanla mensubiyet ilişkimiz vardır, biz ona katılırız, üyesi oluruz. Yurt ise alt kimliktir, onu biz oluştururuz, kazanırız. Yurt daha somuttur. Bugün hala kullandığımız yersiz yurtsuz ikilemesinde bu anlamın izlerini görüyoruz. Yurt olması için yere, yani toprağa ihtiyaç vardır. Kitaptan örnek vermek gerekirse Süleyman Pehlivan, hikâyeyi başlatan ilk aile üyesi, Kırcaali'den kaçmak zorunda kalınca bir yurtsuzdu ama vatansız değildi. Vatanı Türkiye'ydi. Hatta şöyle de söyleyebiliriz Kırcaali'deyken de vatanı Türkiye'ydi. Kırcaali'den ayrılınca sadece yurtsuz kaldı.
"Anadolu kasabalarında" bir yurt arayışı. Neden Anadolu kasabalarında? Neden Anadolu şehirlerinde veya sadece Anadolu'da değil? Hikâyenin ikinci kahramanı Ali, sevdiği kız Münire'yi kaçırınca İstanbul'dan uzaklaşıp Anadolu kasabalarında yaşamak zorunda kalır. İlk başta bu Münire'nin belalı abilerimden kaçmak için bir zorunluluk gibi görünür. Fakat hikâyenin ilerleyen bölümlerinde bunun bir zorunluluk değil seçim olduğunu görüyoruz. Abileri artık onları aramayı bırakır fakat yine de Anadolu şehirlerinde değil kasabalarında yaşamaya devam ederler. Kasabaların bir tercih olduğunu son bölümde daha iyi anlıyoruz. Hanyeri kasabasında Ali tutuklanır, oğlu yani yazar kasaba eşrafından Hancıların kızı Feride'yi sevmektedir. Babasının siyasi tutukluluğundan dolayı Feride'yle kavuşmaları imkansızdır. Kendisiyle kaçmasını teklif eder, kız kabul etmez. Babasına gideceğini söyler. Babası İstanbul'a git ufkun açılır, der. Bir arkadaşının adresini verir.
Yazar İstanbul trenine biner ama bir gece yarısı ani bir kararla bir Anadolu kasabasında iner. Hikâyenin üçüncü kuşağı da şehri değil kırsalı tercih eder.
Neden şehir değil de kasaba? Çünkü şehri yurt edinemezsiniz. Şehirde yaşarsınız, ikamet edersiniz ama yurt edinemezsiniz. Örneğin İstanbul'da 18 milyon civarında insan ikamet ediyor. Ama 18 milyon İstanbullu yok. Bu yüzden İstanbul'da dolaşırken adım başı Giresunlular Derneği, Yozgatlılar Kahvesi, Malatyalılar Yardımlaşma Vakfı tabelaları görürsünüz. Ya da kargoyla getirilmiş yöresel ürünlerin satıldığı şehir festivallerini gezersiniz. Şehirlere aidiyet geliştirememe ölünce de rahat vermez. Şehirde vefat eden yakınlarımızın cenazelerini köy mezarlıklarına taşır; babasının, kardeşinin yanına defnetmek için gayret sarfederiz. Şehir sevilesi değil katlanılası bir şeydir, bu yüzden emekli olunca bir sahil kasabasına veya köye yerleşme hayali kurarız. Şehir bazen de hayal kırıklığıdır Ferdi Tayfur'un şarkısında olduğu gibi:
Ne ümitle geldik koca şehire
Allah sonumuzu hayır getire
Alacaklı haciz koymuş Bekir'e
Hadi gel köyümüze geri dönelim
Fadime'nin düğününde halay çekelim
Şehri yurt edinemezsiniz. Çünkü İsmet Özel'in bir şiirinde dile getirdiği gibi şehrin suni, Tanrı'yı maskeleyen, hain bir tarafı da vardır:
Ben ne büyük bir dalgınlıkla bakmış olmalıyım ki hayata
görmedim orda çinko damlar ve plastik sürahilerin tanrısını.
Yerime yadırgadım
yerim olmadı zaten kendi mezarımdan başka.
çılgının biri sanılmaktan sakınmaya vaktim olmadı.
durmadan beyaz bir aygırla taşardım derin göllerden
bir gebe kısrakla kaçardım derin ormanlara
güneşin zekasıyla doymak isterdim.
Kaba, solgun kâğıtlar sunardı
şehrin insanı bana.
şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin
kaypak ilgilerin insanı, zarif ihanetlerin
Neden şehir değil de kasaba? Şehir; kaçakların, kalabalıkların içinde kaybolmak isteyenlerin mekânıdır. Şehirde yok olmak, sıradanlaşmak daha kolaydır. Kırsalda ise basitlik vardır ama azın içinde öne çıkabilme, ben olabilme şansınız daha yüksektir. Bunu Ali karakterinde görebiliriz. Ali bütün kasabalarda bir problemle karşılaşınca ansızın eşyalarını toplamış ve başka bir kasabaya göç etmiştir. Fakat Hanyeri kasabasında yerel gazetede yazılar yazmaya başlayınca orayı benimsemiş ve hapse düşmek pahasına orada mücadele etmiştir. Kasabalar kimlik oluşturmak, sosyal hayatın içinde bir figür haline gelebilmek için daha fazla alan sunar.
Yazar eserde açık bir şekilde kasaba yaşantısını sevdiğini ve tercih ettiğini göstermiştir. Fakat bir konuda şehir kültürünün daha iyi olduğunu okuyucuya hissettirir. Hikâyenin başında şehir kızı Münire, aşkı için ailesine karşı gelir ve Ali'yle kaçar. Hikâyenin sonunda ise Feride, yazarın kaçalım teklifini "onu seviyorum, ebedi seveceğim. Lakin Hancıların kızı kocaya kaçtı dedirtmem. Bizim sevdamız ahirete kalmıştır." sözleriyle geri çevirir. Şehir kültüründeki bireysellik ve özgürlük Ali-Münire aşkına imkân tanır. Kasaba kültüründeki sıkı aile bağları ise yazar-Feride aşkını engeller.
Son olarak Mustafa Kutlu'nun Erzincan'ın İliç ilçesine bağlı Kuruçay kasabasında dünyaya geldiğini ve İstanbul'a sonradan yerleştiğini hatırladığımızda hikâyedeki kasaba eğiliminin yazarın çocukluk günlerine özlemi olarak da düşünebiliriz.
Uzun Hikâye
Mustafa Kutlu
Dergâh Yayınları
Yazar: Misafir Köşesi - Yayın Tarihi: 03.07.2023 09:00 - Güncelleme Tarihi: 25.06.2023 13:26