Mekân ve Anlam: Bir Camiyi Anlamak
İçinde yaşadığımız mekân, makro kozmosta bir mikro mekân örneği olsa da biz insanlar için bir makro mekândır. Yaşadığımız dünyada kıtalar, ülkeler, şehirler ve sokaklar dünya için birer mikro mekân olsa da bizler için makro mekân örnekliği sunar. Bizler bir mekâna bakarken hem tümden gelim hem de tüme varım yöntemiyle bakarken hep onu tanımlamaya ve anlamlandırmaya çalışırız. Yani mekâna bakarken aslında yine o mekânın içerisindeyiz ve tanımlamalarımız cüzi bir tarafta kalır. Külli bir bakış için mekândışılık gereklidir, bu da yaratılanlar için pek mümkün değildir. Bir balığın denizi bilmesi gibi, bizler de bu dünyayı biliyoruz fakat dışına çıkamıyoruz. Bu yüzden mekân tanımlamalarımız, mekânın dışına çıkamadığımız için hep mekânın bir yanına vurguyu taşımaktadır. Mekânın bir yanını, bir parçasını anlamaya, anlamlandırmaya çalışıyoruz. Bütüncül bakış için de parçalar üzerinden giderek, bütünü anlamaya çabamız, ondaki ahengi ve uyumu görmek içindir. Parçaların uyumu bütünlüğü ortaya koyduğu gibi, bütünü anlamak için de parçalara ihtiyacımız vardır. Bu bir nevi Mevlana'nın Mesnevi'de bahsettiği fil hikâyesine benzetmektedir. Işık olmayan bir odada bulunan ve hiç fil görmemiş birilerinin dokunarak fili anlaması istenilir. Filin kulağına dokunan başka bir şey görürken, bacağına dokunan başka, dişine dokunan başka, kuyruğuna dokunan başka, hortumuna dokunan başka bir fil tarifi verecektir. Oysa elinde bir lamba olan kişi o karanlık odaya girerse fili bütüncül bir bakış açısıyla görecektir.
Mekânlar çeşitli unsurların uyumuyla biraradalığından oluşur. Özellikle büyük ölçekli-kompleks- yapılarda her şeyin en ince ayrıntısına kadar düşünülmesi gereklidir. Bu gün bu düşünme işini bizler için mimarlar, mühendisler, kent ve çevre planlamacıları, zincirin son halkasında ise müteahhitler yapmaktadır. Mekân bir barınma, dünyevi hayatımızı ikame ettiğimiz, görevlerimizi yerine getirdiğimiz bir yapılar bütünlüğü olsa da, mekânı anlam ve ruh ekseninde düşünmemiz bir zorunluluktur. Mekân bir yapılar bütünlüğü ile bu dünyanın zahiri tarafına vurguyu taşırken yapılış biçimi, usulü, üslubu, kullanım biçimi ile bizde farklı çağrışımlar yapan bir olgudur. Mekânı mimariden kopartıp sosyal bilimler alanında bir inceleme haline getirmek de mekânı bir olgu olarak görebilmekten geçmektedir.
Mekân sadece vakit geçirdiğimiz, dinlendiğimiz, yaşantı biçimleri ve eylem biçimleri geliştirdiğimiz yerler değildir. Mekân ayrıca anlam inşasına girişip kendiliğimizi de inşa ettiğimiz yerdir. Bu durum "bünyad etmek" ile "âbad etmek" bağlamında değerlendirilebilir. Mekân kurulurken, inşa edilirken gönüller de âbad edilir. Fakat bunu yapılabilmesi için inşa sürecinin temel bir yaklaşımla yapılması gerekir. Bu da Tanpınar'ın ifade ettiği üzere; "Cedlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir rıh ve imanları vardı. Taş, ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu". Maddeye, mekâna inşa sürecinde bir vecd hali ile bir ibadet şuuruyla yaklaşmak… belki de günümüzde yaşanılan çıkmazların temelinde bu yatıyor, yapılan eylemlere bu şekilde yaklaşmamak.
Taşı Anlamlandırarak Taşırmak
Bir taş, doğada durduğunda sadece taştır. O taş, içindeki ruhu yansıtacak şekilde bir ustanın elinde, fazlalıklarından arındırılarak bir forma büründürülüp bir amaç için kullanılmaya başlandığında taş, çok farklı bir anlam dünyasına dâhil edilmiş olur. İlk haliyle son hali arasında bir anlam değişimi, bir amaç değişimi ortaya çıkar. Sanat eseri de buna yakın bir yaklaşımla ortaya çıkmıştır demek yanıltıcı olmayacaktır.
Taşı taşıyarak belirli bir amaç için kullandığımızda o taş bizler için artık anlamlı bir hale bürünmüştür. Binlerce yıldır yerinde duran bir taş, yerinde durduğu müddetçe sadece bir taştır. Bir çekicin yarasına merhem olarak içindekini doğurtması ise bir eserdir, taş için bu süreç yaralayıcı ve sancılı olsa da sonucunda ortaya yepyeni bir anlamlı bütünlük ortaya çıkmaktadır. Taş, çekiçle birlikte soyunarak bir anlam kapsülü haline bürünmüştür.
Ortaya konulan bir mekânsal eseri, materyalleri ile anlamlandırmak mümkün olduğu gibi, ortaya konulduktan sonra onunla bir bağ kurarak, mekân duygu ilişkiselliği içerisinde, farklı çağrışımlarına kulak vererek de anlam üretmek mümkündür. Bu durum mekânla kurulan ünsiyet, mekânla kurulan bağlar dolayımında gerçekleşir. Bir mekânla ünsiyet kurulduğunda, mekân insana fısıldar, çeşitli açılardan, çeşitli düzeylerde, renk, doku, koku, ses ile insanlara dokunan mekân, insanlarda çok farklı çağrışımlar uyandırabilir. Mekânı dinlemesini bilen için her köklü mekânsal unsur, üzerine düşen gölgeleri ve armonisini duyurur. Ahmet Murat da Taşı Taşırmak adlı eserinde bir mekânın, bir caminin sesini sesine katarak duyurmaktadır. Taşı Taşırmak, taştan bir kütleyi, onunla uzun uzun hasbihal ederek, hatta hemhâl olarak ortaya konulmuş bir eser. Eser, 20 pasajla Süleymaniye Camiyi ele almakla birlikte aslında bütün camilerini Ahmet Murat'ın okuduğu şekliyle bir okuma biçimi önerisini de sunmaktadır. Yapısal unsurların içselleştirilip nasıl insan ruhunda yer edinip anlamlandırıldığı detaylı bir biçimde ortaya konulmaktadır eserde.
Ahmet Murat, ortaya koyduğu eserinin niyetini; "Bir cami yaptıracak param yoktu ben de bu kitabı yazdım" şeklinde ifade etmektedir. Eser, bir caminin nasıl devasa anlamlar barındırdığını ortaya koyarak, en az bir cami yapmak kadar anlamlı bir eser olmuş. Ahmet Murat bu eserinde, farklı mekânsal yaklaşımları akademik bir dile boğmadan denemevari bir dil ile içtenlikle okurlara sunmaktadır. Eser, somut-soyut bağlar kurarak ilerler.
Türkçeye çevrilmiş, Tenin Gözleri – Mimarlık ve Duyular eseriyle bilinen mimar Juhani Pallasma'nın "anlamlı mimari" kavramını Süleymaniye Cami örneğinde açıklayan Ahmet Murat, "Süleymaniye ne sadece bir kapalı mekân, ne de saf bir sanat eseridir. O anlamlı mimaridir" (s.7) yaklaşımıyla Süleymaniye Camiinin hem maddesel hem de "maddeyi saydamlaştıracak anlamına" yönelerek, bir mimari eserin insanda uyandırdığı duygular ve düşünceler üzerine odaklanmıştır.
Ahmet Murat, bu eseriyle Süleymaniye Camisini yaşamış, orada solumuş, sanki o camiyle bütünleşmiştir. Maddedeki manayı görebilmek için gözün yeterli olmadığı bir gerçektir. Gözün yeterli olmadığı durumlarda kalbin gözü ile eşyaya, dolayısıyla eşyanın hakikatine yönelmek, bakışın hakikiliği için bir zorunluluktur. Ahmet Murat da büyük bir abidevi eser olan Süleymaniye Camiine bu bakışla bakarak anlam üretimine katkı sunmaktadır.
Mekân bir bilinç durumu, bilinç durumunun taş ve malzemeyle bütünleşmesi ve bunun sonucunda da bir mekân-duygu sürecinin oluşma ilişkiselliğini beraberinde getirir. İnşa edilen her eser taştan, çimentodan, çamurdan, demirden, ahşaptan, camdan malzemeler içerse de bunların biraradalığı bir ahenk ister. Tıpkı kâinattaki durum gibi. Güneş sistemi ve galaksiler ile birlikte gezegenler bir ahenk içerisinde birbirini tamamlar niteliktedir. Birbirini örter, birbirini ortaya çıkartır, birbirinin çekim gücüyle belirli bir eksende durdurur. Mekândaki malzemeler de en küçük unsurundan en büyük unsuruna bir ahenkle bir araya gelmelidir. Ahenkten yoksun mekânlar bugün "anlamın incitilmesine" uğramış, keskin çizgileri olan, salt barınma yahut istenilen eyleme uygun olarak üretilmiş mekânlardır. Bu mekânlar dolayımında herhangi bir anlam üretimi de gerçekleşmez.
Zamanın mekâna, mekânın da zamana bağlandığı hareket biçimi, ortaya konulan ve anlamsal bir vücuda erişmiş yapılarda kendini göstermektedir.
Bir Cami Özelinden Tüm Camilere
Ahmet Murat, Taşı Taşırmak eserinde camiyi tanımlayarak, onun zahir ile batının bir birleşimi, beden ve ruhun bileşimi ekseninde şunları söyler: "Cami sadece bedenle ruh, maddeyle anlam, işlevle tezyin arasında gerili değil, yine bu niteliği sebebiyle, bu dünya ile ahiret arasında da gerilidir. Bu dünyanın aklıyla bilimiyle, maddesiyle inşa edilir ama bu dünyanın sertliğine toslamış bir koçbaşı gibi maddeyi öteki dünyaya doğru göçertir, eğer ve esnetir" (s.9). Cami, bu durumda, sadece bedenlerimizin değil ruhumuzun da iktizaz ettiği bir anlamlı mekânsal yurdudur. Ahmet Murat, Camiyi bütüncül bir açıklamala ile evvela açıklarken akabinde minaresi, minberi, şadırvanı, penceresi, kubbesi, mihrabıyla parçalara ayırarak da irdeler ve buradaki anlamın, hakikatin peşine düşer. İsmail Hakkı Bursevi, Tuhfe-i Recebiyye adlı eserinde bazı şehirlerin Esma-i Hüsna'dan isimlerinin mazharı olduğunu, Mescid-i Aksa'nın "Kuddûs" ve "Subbûh" isimlerine mazhar olduğunu, "Dımeşk-i Şam"ın on iki esmaya mazhar olduğunu, "Bağdat"ın Zâhir ismine mazhar olduğunu aktarır. Ahmet Murat da İsmail Hakkı Bursevi'nin bu usulünü camilere uyarlayarak, Ayasofya'nın el-Fettâh, Sultan Ahmet'in el-Melik, Şemsi Paşa'nın el-Bâsıt, Eyüp Sultan'ın el-Vêli, Valide-i Atîk'in el-Basîr isimlerinin mazharı olduğunu belirterek, Süleymaniye'nin ise el-Câmî olduğunu, camilerin camii olduğunu aktarır.
Taşı Taşırmak
Ahmet Murat
Ketebe Yayınları
2023, İstanbul
100 sayfa
Yazar: Bilal CAN - Yayın Tarihi: 06.02.2023 09:10 - Güncelleme Tarihi: 04.03.2023 23:48