Tuğba D. Can’ın Penceresinden; “Ben, Sedat Umran…”
Beni babasızlık büyüttü. Şöhretsizlik vurdu. Kimsesizlik tuttu çocukluğumun ellerinden. Yalnızlık kucakladı parçalanmış benliğimi. Bu yüzden Allah'a sığınır gibi eşyaya sığındım, Allah'a ibadet eder gibi şiirler yazdım.
Teselliyi boş duvarlarda, ölgün sokak lambalarında, zehir zemberek saatlerde, asude bahar ülkesi fıskiyelerde, soğuk masklı mankenlerde, adresini yitirmiş mektuplarda, göğe savrulan balonlarda, yuvasını arayan bilardo toplarında, içine çekilmiş süngerlerde, iticilik ve çekicilik vasfını yitirmiş mıknatıslarda, olur olmaz zamanlarda baş kaldıran kürdanlarda, hiçbir yerde uzun süre kalamayan zamklarda, ayaklarda duramayan terliklerde, içten içe sakatlanmış yürüteçlerde, sağını solunu bilmeyen sarkaçlarda, içi dışına benzemeyen sürahilerde, zamana meydan okuyamayan taraklarda, havasız kalmış vantilatörlerde, boğazı sıkılmış tirbuşonlarda, susuz kalmış musluklarda, kağıdı kurutamayan papyebuvarlarda aradım ama bulamadım. Çünkü ben kendimden, kendi gerçekliğimden, hayat hikayemden kaçarken eşyalara sığınmıştım ve kaybolmuştum, unutulmuştum. Baştan sona, tepeden tırnağa tarifi imkânsız bir unutuluştum.
Şairlerden en çok Ahmet Haşim'i sevdim. Karanlığımla, çirkinliğimle, yalnızlığımla ve hüznümle ona benziyordum. Bakmayın, "Necip Fazıl olmasaydı, ben de olmazdım" dediğime. Ben her şeyimle Ahmet Haşim'in Merdiven'i üzerinde doğmuştum. Çıkıyordum merdiveni, geri inemiyordum. O akşamın şairiyken, ben gecenin sesiydim. Onun melale aşina bir nesli vardı, benimse bütün insanlardan uzak bir kederim. Onun kimsesizliğini dillendirmek için sembolleri vardı, benimse acılarımı susturmak için eşyalarım.
Hayatımdaki dönüm noktası; 1943'teki Erenköy yangını oldu. Kaldığımız köşk yandı. Çareyi Kumkapı'daki babadan kalma eski eve sığınmakta bulduk. Eşyayı böyle tanıdım; sevdim ve sığındım onlara. Babam yoktu ama ondan kalma eşyalar vardı. Kalbimde unutamıyordum babasızlığı, gözümde büyüyordu eşyalar.
İlk şiirimin "Akşam" olması tesadüf değil. Daha on yedi yaşındaydım. Çiçeği burnunda bir insan sürgünü ve acılar denizinde eşyalara tutunup yaşama tutunmaya çalışan gencecik bir insan. Kimsesizliğin gözleri üzerimdeydi. Hep yanımda durdu yalnızlığın gölgesi. Karanlığı giyinmiştim bir başıma. Gelmiştim ve gidiyordum, hiç yaşamamış gibi.
Yabancı şairlerden en çok Rilke'yi sevdim ve onun Felsefenin Arka Merdiveni'nden bir başıma çıktım tercüme dağının zirvesine. Ödül aldım, ödüllendirildim; eşyaların çölünde bir başına yaşamaya mahkûm edildim.
Hayatım şiir, şiir hayatımdır. Hayatımda sadece şiiri sevdim, eşyaya taptım. Bu da benim en büyük günahım oldu. Ölümsüz bir şair olmak istedim eşyaların dünyasında ama basit ve unutulmaya mahkûm bir şair oldum yolunu, yörüngesini bulamamış kelimelerin arasında.
Haşim'in akşamcıl melali, bende gececil melankoliye dönüşmüştü. Melankoli ve şizofreni arasında bir yerlerde dolanıyordum. Kimsem yoktu. Hep yalnızdım. Şair dostlarım yüz çevirmişti benden. Kalbimi eşyalara yedirmiştim bir gece vakti. Kalpsiz kalmıştım. Göğüs kafesimde kurumaya yüz tutmuş bir et parçası taşıyordum kalp yerine.
Yüzüme gülen her kadına âşık oldum, onlara şiirler yazdım akla hayale gelmedik. Sırf gönülleri çelmek, akıllarını başlarından almak için. Onlar ise benden daha uyanık çıkıyorlardı. Yüzüme gülüp gidiyorlardı. Yüzümde Haşim'in haşin karanlığını mı görmüşlerdi? Gidiyorlardı ve beni eşyanın mezarına gömüyorlardı. Her gidiş bir avuç toprak olup dökülüyordu eşyadan mezarımın üzerine.
Belki bir köşk odasında dünyaya açtım gözlerimi, baba ocağında büyüdüm hiç yoktan ama hiçbir zaman bir evim olmadı. İstemedim kuşatılmış evlerin duvarları arasında yaşamayı, birbirinin aynısı dairelerde ömür tüketmeyi, korunaksız sığınaklardan aman dilemeyi, insanın içini kurutan barınaklara teslim olmayı. Otel odalarına sığındım. Hayatım bütün eşyalarını otel odalarında topladım. Sonra trajik ben'ime yer kalmadı. Öldüm. Bir başıma.
Dilimin ucunda ezberlediğim şiirlerim, hesap soruyorlar şimdi benden. "Hakkımızı vermedin, bizi diline, zihnine ve kalbine esir ettin" diyorlardı. Baş ucumda ezberlediğim şiirler, onları arkamda bırakıp ayakları kırılmış "sonsuzluk atı" ile eşyaların diyarına yol alıyorum. Yine bir başıma.
Hayatım boyunca "metafizik gerçeklerin" peşinden koştum. Dünya bana yetmiyordu, somut nesneler derdime derman olmuyordu. Ben; her eşyanın bir dili, dini, kimliği, yeri, yurdu olduğuna inananlardandım. Şiirlerimde hep aradığım; insana uzak eşyaya yakın başka bir dünyaydı. Buldum mu? Hiç sanmıyorum. Eşyaların arasında mahsur kaldım; sonra hüsrana uğrayanlardan.
Şiirlerime göre yaşamaya çalıştım. Hayatımın merkezinde hep şiir oldu. Şiirle yatıp şiirle kalktım. İçimde kelimelerim, dışarıda eşyalarım; bir yerlerde beni bekleyen şiirler olduğuna inandım. Bütün bir hayatım o şiirlere ulaşıp onları ortaya çıkarmakla geçti. Nihayetinde eşya yol, kelimeler yol işaretleri, ben de yolcu oldum. Menzile varamadım, kayboldum. Daha fenası; arayanımın soranımın olmaması. Daha daha fenası ise, benim bunun farkında olmam ve insanlardan umudumu kesmem.
Eşya Şairi: Sedat Umran
Tuğba D. Can
Ahenk Kitap
Sayfa; 216
İstanbul, 2025
Yazar: Faik ÖCAL - Yayın Tarihi: 24.10.2025 09:00 - Güncelleme Tarihi: 03.10.2025 15:22
