Sedat Umran ve Şiirine Dair 11
Tuğba D. CAN yazdı...
Kara Işıldak Kitabındaki Eşya Şiirleri
"Kanape ile Gölgesi
Parkta bir kanape, yerde gölgesi
konuşmazlar, ama o denli yakın
belki de sessizlik duyulan sesi
girmeyin araya, uzaktan bakın!...
Gecenin kocaman kara balonu
durur kımıltısız başı ucunda
gözetler gibidir sessizce onu
biri var, sımsıkı tutar avucunda…" (Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 15).
Parktaki kanepeyi özne olarak konumlandıran Umran, kanepeyle düşünerek gölgesiyle arasındaki ilişkiyi gözler önüne sermektedir. Kanepe ile gölgesinin konuşmadığını fakat gecenin karanlık balonuyla başında dikildiğini ve gölgenin bu süreçte ortadan kaldığını, karanlığın bir nevi başlarında durarak onları avuçlarında tuttuğundan bahseder.
"Hallaç Ve Borazan
Ölümdür altüst eder bütün düşünceleri
dızlayan hallaç yayı; kulağımız kirişte
atılan pamukların lif lif çözülmesiyle
çırılçıplak kalırız iç'in görülmesiyle
hazırlanır gizlice o pufla yatağımız
istesek, istemesek sonunda yatılacak
ne bitmiyen bir uğraş bıkmadan, usanmadan
atılan düşünceler savrulurken dört yana
sağır bir kulak gerek; ne mutlu duymayana
ama bir iç-kulak var, onu duyar derinden
günlük avuntuların tıkadığı lâbirent
yaşamanın utancı azalır biraz elbet
Ölümdür, susturan her bir falsolu sesi
o'dur yakınımızda duran büyük borazan
çalmağa gücümüzün bir türlü yetmediği
elimizde sevincin o altın borazanı
bir alev şarkısıyla o çirkin sesi bozan
gururun borazanı çalmaktan bıkılmayan
onunla vahşileşir, azgınlaşır kanımız
kulağı tırmalayan içi boş bir borudur
biz üfleyince onun sesi çok gür duyulur
sonra gelir bir başka bencilliğin o çarpık
borazanı, tüketen gücümüzü ne varsa
kendimizden başkası yaralanır duyarsa
Hallaç pamuklarını boyuna ata dursun
gün gelir, yatağını başucunda bulursun"(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 23).
"Nesneleştirme öznenin tanıklıklarını seçili bir nesneye doğru yöneltmesidir" (Kızılçim, 2015, s. 14). Bu düşünce doğrultusunda Umran, hayat karşısında tanıklık ettiği olay ve olguları seçtiği nesnelere yükleyerek açıklamaya çalışır. Yaptığı bu girişim bir tür olay ve olguları, durum ve duyguları nesneleştirme girişimidir. Ölüm ve bu durum karşısında onun duyurulmasını bu şiirinde duyuran Umran, borozanı ölüm olarak tanımlar.
"Sabun
Günlerin sabunları yılların avucunda
aktıkça musluğu tükenmiyen zamanın
eriyip giderler ardarda ufalarak
köpük üstüne köpük oluşturarak
dalarız anlaşılması güç hayâllere
uçuşan balonların renk renk yansıttığı
bakıp oyalandığımız, çok, pek çok sevdiğimiz
doya doya izlerken birden sönerler
mahzunlaşırız oyuncağı yitmiş çocuk gibi
bize kıvanç verir günlerin erimesi
oysa o biten şeyin içinde biz varız
gün olur, yaşadığımızı eksildikçe duyarız"(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 33)
Sabun, Umran'ın şiirde anlamlandırdığı üzere "zaman" olgusu üzerine odaklaşarak anlamlandırılır. Şiirin teması olarak da kullandığı "zaman" olgusu için Umran, tükenmesini köpükler saçması olarak aktarır. Zamanın bitmesi her ne kadar bir tür kıvanç duygusu ile birlikte anılsa da içerisinde kendilerinin de olması bir tür eksilmeye neden olmaktadır.
"Tabanca
Caddeler tabancadır
Biri var, elinde evlerin tetiği
Mermileri boşa giden biz insanlar
Bir atımlık yaşıyoruz
Zaman canı sıkılan çocuk
Boş kovanları toplar"(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 34).
Bu şiirinde Umran, caddeleri ilgisiz olsa da tabancaya benzeterek yansıtmaktadır. Şiirin teması zamandır.
"Dönme Dolap
Dönen bir salıncak bu; benzeri dev bir çarkın
duyulan gıcırtısı uzayan iç-sıkıntısı
uçurumlar ve dağlar girinti ve çıkıntısı
biri iner inmez; siz hemen binmeye bakın
Yokluğun görünmiyen koskocaman dişlisi
geçer sivri uçlarıyla yivlerine bu çarkın
herkesin yanında taşıdığı can'dır bu çıkın
sımsıkı tutar onu en genci, en yaşlısı
Ölümdür en uzakta görünen o en yakın
gerer kapkara ağını; kurtulunca ellerimiz
bırakırız kendimizi boşluğa bıkkın
bir ânda doluverir boş kalan yerimiz"(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 35).
Bir tür kendini var etme kavgasına yönelen insan, kendi var olma mücadelesini kimi zaman savaşla kimi zaman barışla kimi zaman sanat dallarıyla kimi zaman iş ve meslekle yerine getirmeye çalışır. Bu mücadele bir ontolojik savaştır aslında. Umran'da ise bu savaş şiirdir. Kendi varolma ve varoluş felsefesini şiiriyle yerine getirmeye çalışır. Şiir onun için bir tür savaştır. Kelimelerle ördüğü, duygu ve düşünceyle harmanlandığı sıkı bir gözlem yeteneğiyle işlediği şiirleri edimsel bir vurgu taşır. Anı dillendirerek andan öteye seslenir. Şiir, onun için edimsel bir serüvendir. Bu bakımdan Kızılçim'in ifade ettiği üzere:
"Edimin öznesi ya da daha yerinde bir deyişle, an'ı dile getiren özne kendine ayrılmış bu bilinç alanını bir arada tutan, paylaşım yeteneğini zirveye çıkaran, kendi edimlerinden beslenen, iç/dış gerçekliğe açık ve daha çok düşleme dayalı kişisel bir uzamın sorumlu ve bunalımlı insanını var /hiç (oluş) edimiyle göstergeler: yani edim varsa öznenin varlığından söz edebiliriz edim yoksa söz edemeyiz" (Kızılçim, 2015, s. 23)
bu yüzden Umran, bu ontolojik savaşını ve edimsel durumunu şiirle var eder. Dönme Dolap adlı şiirinde insanın ve insanlığın var olma mücadelesinin zaman karşısındaki eritici gücüyle ne durumlara düştüğünü gösterir. Birinin ölmesi onun yerinin boşalması anlamına gelir ve bu da o boşluğun doldurulması gerektiği mücadelesini gösterir. Şiirin teması "ölüm"dür. Zamanın insan üzerindeki etkisi kendisini ölümle gösterir.
"Bozuk Saat
Bazan geride kalır, bazan gider ileri
girer zamanın kıvrımlarına paldır-küldür
karanlıkta zor görür, sönmüş gözünün feri
birgün duracağını bilir: Bu ölümdür…
Akıtır ağusunu durmadan içimize
sevinci yüreğinden sokan engerek
hoşa gitmese bile kulak verin diyerek
sessiz rakamlarıyla gerçeği söyler bize…
Geniş dünyayı kuşatır daracık kadranıyla
oniki rakamın arasına sıkışmış bu ömür
yaşar bizde emdiği o taptaze kanıyla
biz ona hükmetsek de, o bizden çok daha hür…"(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 36).
Saat, tıpkı bir insan gibi zamanın hem zamanı gösteren hem de ondan etkilenen bir eşya olarak Umran'ın yoğun şekilde üzerinde durduğu eşyalardandır. Saat, zehirli bir böcek gibi zehrini insanlara aşılayarak, eskiticiliğini kullanarak, onları etkiler. Oysa saatin söylediği gerçektir. insanoğlu zamana hükmetmese de zaman insana hükmeder. Umran, bu şiirinde "zaman" teması üzerinden düşüncelerini aktarır.
"Mühür I
İçine yalnızlığın
kazıldığı bir mühür
ölümün sağ elinde
tuttuğu her bir ömür
Günlerin sayfasına
çıkar kapkara bir iz
hüzün istampasına
basmasa göremeyiz…" (Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 39).
Bu şiirinde Umran, yalnızlığın içerisinde debelenen bir insan portresi ortaya koyar. Yalnızlığın bir tür mühre işlendiğini ve onu ortaya çıkaran bazı sebepler olduğunu ifade eder. Yalnızlığı ortaya çıkartan temel unsurun "hüzün" olduğunu ifade eder. Bu şiirinde Umran, "yalnızlık" teması eksenine şiirini yazmıştır.
"Mühür II
Bıraktım
kalabalık adımı
atıyorum imzamı artık
yalnızlığımın mührüyle
Sirkülerdeki
eski imzam geçersizdir
kalmasın, istemem biz iz
dünkü kalabalığımdan"(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 40).
Mühür I şiirindeki duygu durumunu Mühür II şiirinde de işleyerek yine "yalnızlık" teması ekseninde artık bazı şeylerden vazgeçtiğini ifade etmiştir.
"Saat
Dönüp dolandığım hayat alanında
gölgem kara yelkovanı ölümün
ben gidinceo gider, durunca durur
adımlarım bu saatin tik' … tak' … larıdır
Birgün asacağım bu saati başucuma
bakalım kaç yılımı gösterecek?
işleyecek ölümün büyük saati o zaman
bana bir başka yürüyüşten ses verecek"(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 41).
Şiirinin çoğunda "insansızlık eksenini" kullanan Umran, insana dair söylenceler biriktirerek şiirler yazar. Şiirinin ana odağı insan olmasa da eşyalar etrafında dolaşarak "insana dair" sözler biriktirir ve insana dair anlamlar geliştirir. Saat, bir tür odak noktasıdır. Zaman karşısındaki tutumu, zamana karşı kimi zaman hıncı, kimi zaman ise bezginliği içerisinde bulunduğu duygu durumunun bir özeti niteliğindedir. Bu şiirinde Umran, "ölüm" teması üzerinden zamanı işlemiştir.
"Papyebuvar[1]
Emsem seni her bir zerreme
gece-gündüz demeden hep
ben kocaman bir papyebuvar
sen o çıkmayan mürekkep
Gövdeme daldığın ânda
şeklin bozulsa da bende
beni karalayan sen olsan da
içimdesin istesen, istemesen de"(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 51).
Aşk teması üzerine yoğunlaşan Umran, sevgiliyi de bir mürekkebe benzetmiş ve kendisinin onu emen bir kağıt olarak yansıtmıştır.
"Garip Aynalar
Nasıl sığdırmışsınız içinize her şeyi
Ağzına kadar dolu odanız tıklım tıklım
Üflersiniz bir ömür sessizlik denen neyi
Kırılmadan yaşayın olsanız da çıtkırıldım" (Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 70).
Şiir, Umran'da farklı nesnelerin aynı duygu durumu üzerine yoğunlaşmasının adıdır. Aşk ve yalnızlık duygusu içerisinde düşüncelerini yansıtan Umran, aynaların içerisinde nasıl da her şeyi sığdırdığına şaşarak aynanın yansıtmasına değil, içerisine aldığı nesnelere dikkati çekmiştir. Bu tersten bakışla işlemiştir şiirini. Şiirin teması "zaman"dır.
"Kara Kutu
Saçının göklerinde yol alan bir uçağım
kim derdi ki düşecek, yere çakılacağım
Gözlerin sabotajı gizleyen kara kutu
"ne çıkacak içinden?" sözü beni korkuttu
Bilmesem daha iyi, neymiş kazaya sebep
sevdâ yolculuğunun felâkettir sonu hep"(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 71).
Uçağın kara kutusuna yazılan şiir, Umran'ın eşyalara geniş geniş baktığının bir sonucudur. Şiire konu edinilecek eşyalarda azami çaba harcayan Umran, bu şiirinde Kara Kutu şiirinde içindeki bilgilerin gizliliği ve ne bilgiler çıkacak? sorusu ekseninde kazaya sebep olan olayın bilinmemesinin daha iyi olacağını söyler. Çünkü sevdanın aşkın serüveninin sonu genellikle felaket ile sonuçlanmıştır ona göre.
Sedat Umran'ın Kara Işıldak adlı eserin beşinci bölümü Eşya Şiirleri başlığıyla yayınlanmıştır. Bu bölüm, Umran'ın eşyaya bakışını pekiştirdiği ve üzerinde yoğunlukla durduğu bölümdür. Umran'ın eşyaya bakışı, onları yüklediği anlamlar Türk Şiiri için önem arzetmektedir. Çünkü ele aldığı her eşya, eşyanın ilk anlamından ziyade başka anlamlara yol açması nedeniyle – bir tür anlam genişlemesi yaparak- bir tür katkı olarak değerlendirilmelidir.
"Zemberek
Soluk alıp verişi çelikten bir ciğerin
İki bacağını sarkıtmış kadran denizine
Öksürükleri kesik kesik, ağrısı derin
Duyar ferahlığını su değmese de dizine
Çözer kopmaz zamanı bir gizli makaradan
yorulunca kolları hemencecik durdurur
Ömrünün kanı akar içindeki yaradan
Uzun bir altın zincir onu taşıyan gurur"(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 74).
Zemberek şiirinde Umran, köstekli bir saatin parçalarını anımsatarak zamanın ilerleyen halinin ağır ağır olduğunu ifade etmektedir. Saatin kimi zaman yorulduğunu aktarırken bunun kurmalı saat dediğimiz saat türünden bir saat olduğu anlaşılmaktadır. Saatin onu taşıyana göre gurur duyabileceğini aktaran Umran, bu şiirinde tema olarak "zaman" üzerinde durmaktadır.
"Fıskiyenin Avuntusu
Aralıksız dökülür her iki omuzuna
fıskıyenin ağarmış darmadağın saçları
seyreder hayâlini, bakar da havuzuna
düşünür mahzun mahzun gelmiyecek baharı
Sayar, eksilmiş sanır gümüşi tellerini
bir avuntu bulur da saçının gürlüğünde
yayar önüne tel tel o en güzellerini
anımsar gençliğini çok uzak bir düğünde
Toplar gür saçlarını sonra kısa bir süre
ve çıkarır alnından o değerli ak tâcı
sarınca benliğini ağlamak ihtiyacı
bir esinti geçer içinden üfüre üfüre"(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 75).
Fıskiyenin Avuntusu başlıklı şiirinde Umran, fıskiyenin amacı dahilinde bir anlatım yeğleyerek fıskiyeden saçılan suları saça benzetmiş ve döküldüğü yer olan havuza bakarak derin düşüncelere daldığını ifade eder gelmeyecek baharı düşündüğünde. Gelmeyecek bahar, belki sevgili, belki de gelmesi istenilen herhangi biridir.
"Fıskiye
Fıskiye alabildiğine oynaksın
Bilmem ki seni nasıl yakalamalı?
Havuza gelişigüzel serdiğin
Sevinç gözyaşlarından bir halı
Bırak coşkunu akarsa aksın
Değil mi ki kimsenin yok tutacağı
Ne güzel o büyük mermer saksın
İçinde kristal çiçeğin: Gençlik çağı
Fıskiye sen ellerimizin değil
Gözlerimizin bir oyuncağı
İstediğin kadar dikil ve eğil
Yok kimsenin seni kıracağı
Fıskiye, sen'sin devinişin duruşu
Yükseliyordun neden döndün geriye
Sevincimizin ak ipek kanatlı kuşu
Ne dersin boyasak mı seni griye?"(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 76).
Fıskiyenin Avuntusu şiirinden sonra tekrar bir fıskiye şiiri ile karşımıza çıkan Umran, bu şiirinde fıskiyenin ilk seferki mahzunluğundan ziyade aksi yönde sevincine değinmiştir. Coşkuyla aktığını, etrafa yayılan suların sevinç gözyaşları olduğu, büyük bir saksıdan akarak kristal çiçeklere benzeyen duruşuyla bu çağıldayışının gençliğin bir eseri olduğunu ifade etmiştir.
"Karatahta
Kim böylesine uzaklaştırdı bizden geceyi
ki görünmekte dörtköşe bir ufak çerçevede
boğulmuş karanlığında yıldızların ışığı
alışmadan aydınlığa yaşamak ne kadar iyi
Dört duvar olduktan sonra dört bir yanı
karanlık katılaştıktan sonra taşlaşarak
ya da bir kuru tahta halinde kontrplâk
yıllar, aylar, haftalar, günler hep aynı
Akarken damarlarında kapkara bir kan
ak tebeşirin çizgisiyle ışıldardı içi
bir silgi arasıra yüzünü okşadığından
dökülürdü toz halinde eğreti sevinci"(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 77).
Umran, Karatahta şiirinde tahtayı aslına uygun olarak kullanıldığında sevindiğini, beyaz tebeşirle üzerinde çizgiler çizilmesi ve silgi ile yüzeyinin silinmesi tahtanın hoşuna gittiğini, fakat aslında tahtanın karanlığıyla boğuştuğunu, dört duvar arasında sıkışıp kalmasının tahtayı çok bunalttığını ve bu durumdan ancak kullanım amacına göre kullanıldığında bu durumdan kurtulabileceğini ifade etmektedir.
"Balonlar
Balonlar hafifliğin gemileri
yüzerler durgun sularında havanın
bir ince üzüntüyle bağlı olmasalar toprağa
katılacaklar sonrasız yolculuğuna bulutların
Dışları ayrı renkte, boy boy, içleri bir
ufak mutluluklar alçakta uçan
zamanın tavanında asılı kalmışlar
yitirdiğimizi sandığımız unutkanlıklar
Yaşarlarken kendi hallerinde uysal ve sessiz
kulak asmazlar geveze kuşların dedikodusuna
ne denli zorlasanız söyletemezsiniz
bakarlar şaşkın şaşkın büyük gök-balonuna
Bazan başbaşa verirler bir araya gelerek
gözlerimizi alan renkli üzüm salkımları
çocukların çiğneyip yutamadıkları için
öfkeden patlattıkları"(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 78).
Balonlar şiirinde Umran, balonları yüzen bir gemi, havayı da yüzdüğü denize, iple bağlı olmasa sonsuzluğa doğru uçacağını ifade etmektedir. Boy boy, renk renk balonların bir çeşit üzüm salkımı gibi olduklarını ifade ederek hallerinde bir mutluluk sezinlendiğini yansıtmıştır.
"Paspas
Oluşturdum dünyamı kirlerinizden
papuçlarınızdan silkerek attığınız
tozlarınızdır paslı yüzümü aydınlatan
sizin olsun kolonyanız, parfümünüz, ıtrınız
Beni kapınızın dibine bıraktınız
eşikle bir arada yatarım sarmaş-dolaş
yaygın yüreğimdir üstünde durduğunuz
canımı çok acıtmayın, ne olur basın yavaş
Değersizliğim varlığımı geçerli kılan
siz önemliye sımsıkı yapışıp kalın
ben olmasam incelediğiniz nerede kalır
beni ya büsbütün dışarı atın, ya da içeri alın…"(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 79).
Üzerine hiç şiir yazılmamış ya da yazılamayacak olan konulara, eşyalara şiirler yazan Umran, şiire konu bulmakta sorun yaşamayan şairler arasınadır. Paspas şiiri de bu şiirlerden biridir. Eşyanın kullanım amacına göre, eşyanın bu kullanım amacına göre kullanımı onu mutlu ettiğini, hor kullanmaya karşı olduğunu ifade etmektedir.
"Aynaların Kimliği
Ben aynaların içinde geçirdim günlerimi
Oynadım bir yaşam boyu kendimle saklambaç
Biri seslendi bana yakalanacaksın, hemen kaç
Dedim ki: "Aman kimseye söyleme n'olur yerimi"…
Aynam anahtarları yitik, oda içinde oda
Baktıkça ıssızlaşan derinliğine koridorlar
Boşluk orda gerçekten varmış gibi durmada
İşiten kulak için onlar da işitir ve horlar
Kıskanırım aynamın yüzündeki genç çizgileri
Ölümsüzlüğün gizini mi keşfetmişler yoksa;
İçi dışıyla birleşmiş olsa da bir kemik bir deri
Belki bir ozan duyar onları hiç kimse anlamasa"(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 80).
İnsanın hükmettiği tabiat olan eşya, insan zekasının biçimlendirdiği, anlam ve işlevsellik kattığı bir tabiat olarak ona duygusunu, düşüncesini, emeğini dahil ettiği bir bütünlük olarak yer edinmektedir (Can A., 2010). İnsan bu bütünlüklü yapıları şekillendirirken en gizli duygularını da onunla aşikâr etme imkanına kavuşur (Can A., 2010). Bu bakımdan ele alınan her eşya, insanın bir tür gizil tarihinin bir nevi somutlaşmış örneğidir. Umran da bunu fark eden ve bu farkı şiirlerine aktararak okuyanlarda farkındalık yaratmaktadır. Ele aldığı eşyaların her biri, o gizil tarihin bir nevi çetelesi, duyguyu yansıtan aynası olmuştur. Yoğun olarak kullandığı "yansıtma" üzerinden eşyalara ses vermiş, eşyaların sesi olmuştur. Özellikle "ayna" Umran da çok çeşitli çağrışımlar yapan bir yansıtma aracıdır. Ayna, bu şiirinde Umran'ın bir tür ruhsal durumunun yansıtıldığı bir imge haline dönüşmüştür. Bütün sırlarına vâkıf olacak şekilde yansıtılmıştır. Göz önünde fakat görülmez olabileceğini ifade eden Umran, aynaya kendisini gizlediği bir mekan, sırlarını sakladığı bir sandık gibi yaklaşır.
"Aynaların Ölümsüzlüğü
Bir ikinci ayna mı var içinizde
Ki seyredersiniz orda gençliğinizi?
Hani yüz çizgileriniz: Yılların izi
Düğümlenmişsiniz bir büyük gizde
Ben de yürüyebilsem o uzun dehlizde
Bir gölge olup kalsam, yakalıyamasa ölüm
Her şey sanki tepetaklak olmuş sizde
Gerçekle yalanı sizde birleşmiş görürüm"(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 81).
Eşyalar da insanlar gibidir ve bir kaderleri vardır. İşe yaradığı müddetçe eşya değerlendirilir ve anlamlıdır fakat eskidiği ve artık işlevselliğini yitirmeye başladığında unutulmaya, atılmaya mahkumdur. İnsan ile eşya ilişkisi ta ilkel dönemden bu güne kadar süre gelmiştir. Bu süreç insan için bir nevi gizil tarihin yansımasıdır. Şairler de bu gizil tarihe ilgiyle yaklaşmış, insanın eşya ile, dünya ile olan ilişkilerini çeşitli şekil ve biçimlerde işlemiştirler. Bu bakımdan Can'ın aktardığı üzere "eşya ile mahrem bir dostluk kurmak ve onun dilini çözmek, modern şair için hakiki zaferin ta kendisidir" (Can A., 2010). Umran da bu zaferin tadını doya doya çıkaranlardan biridir. Bu şiirinde de bir önceki şiiri gibi "ayna" ekseninde kendini ve anlamı konumlandırarak bir tür eşya-insan anlatımı yapar. Savaşır gibi yaklaşır. Yılların eskiticiliği karşısında insanın düşeceği durumu, sorgulamaları "zaman" teması üzerinden işler. Trajik ben'in girdaplarında bir kulaç olarak durur "ayna" onda. Bazen sever, bazen sevmez, hatta nefret eder. Ayna, yılların eskiticiliği karşısında insanın yüzündeki çizgileri gösterdiği için suçludur. Umran, bu çizgiler karşısında, yaşlılıktan dolayı, üzülür, hüzünlenir hatta acı çeker gibi bir ruh haline bürünür.
"Gözlük
Sözcükleri aramadan bulduğumuz sözlük
bakar bakmaz apaçık gösterir nesneleri
çizer net konturlarını ustalıkla eli
aldığını olduğu gibi armağan eder gözlük
Ekler gözlerini zayıf gözlerimize
sadece görmekten yoğrulmuş varlığı
olmalı sezemediğimiz bir duyarlılığı
bazan rastlarsınız incelikten bir ize
Yoksa bakışlarımızdan mı alır gücünü
biz ve o; iki yarımın oluşturduğu bütün
bizim değil mi gözlerimizden çaldığı ünü
adını belirler; isterseniz ayak takıp yürütün
Bakın nasıl sallanarak gidecek
sağlam kollarını baston gibi kullansa da
ışığıyla dünyamızı aydınlatan böcek
haklı sayılır bizi kendine borçlu saysa da
Kollarını rahatça kavuşturuşu var
sırtüstü yatarken tahta masada
sanki gözlerinin keskinliğiyle duyar
bilir söyliyeceğini konuşmasa da
Çözer bulanıklığın dolaşık düğümünü
görülmez parmaklarıyla; çabucak şaşarsınız
gelecek yüzyıllara ulaşacak ünü
inşallah siz de bu sayede yaşarsınız"(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 82).
Umran, tek bir eşya üzerine yoğunlaşmamış, tek bir imge üzerinde durmamıştır. Şiirlerinde yüzlerce farklı eşyayı kullanarak eşyaya karşı bakışı ve farkındalığı arttırmayı amaç edinmiş ve eşyalar ile insanlar arasındaki ilişkiyi ortaya koymaya çalışmıştır. Gözlük şiirinde olduğu gibi Umran, eşyalara farklı anlamlar yükleyerek kullanmayı sever. Gözlük şiirinde Umran, gözlük kullanan bir şair olarak gözlüğü, sözlüğe benzetmektedir. Bu iki kelimenin seslerinin birbirine yakınlığından dolayıdır. Bu ses yakınlığından yola çıkarak ikisinin de kelimelerin net bir biçimde gözükmesine yardımcı olduğunu söyler. Daha sonra gözlüğün asıl amacını, işlevini ortaya koyar. Yorulan, görmez olan gözü bir anda şaşırtıcı bir biçimde, dinlendirir ve bulanık gören gözün işlevini yerine getirmesi karşısında şaşkınlığını ortaya koyar.
"Maymuncuk
Girdi çıktı kilide
bıkmadı birleşmekten
alıştı da gitgide
döl yatağı eşmekten
Anahtarla kilidin
benzeri çocuk oldu
eseriydi taklidin
adı maymuncuk oldu
İnce, uzun bir beden
yaşayıp gitti çocuk
kimsecikler görmeden
hırsızla dost maymuncuk"(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 83).
İnsanlığın eşyayla ilişkisi bireysel ve işlevseldir. Şairlerin ise eşyaya bakışı daha ince ve ayrıntılıdır. Bu ayrıntılı bakış eşyanın farklı biçimlerde kullanımını ortaya koymuştur. Umran da eşyaya anlamlar yükleyerek kullanmayı yeğler. Maymuncuk, anahtar olmadan kilidi açan bir alet olarak hırsızların kullandığı bir eşyadır.
"Bilârdo Topları
I.
Elimde gücümün upuzun istekası
hiç çekinmem acıyı sevince vurdurmaktan
böyle güzel oynıyamaz benden başkası
bir şeyler yapmak daha iyi boş durmaktan
Sevincim kırmızı yuvarladığına karşı
acıların bir örnek topları ne kadar ak
birbirine çarparak tok bir ses çıkarışı
dönüşür saf müziğe içimde yankılanarak
Bazan sarsılarak çarpmanın şiddetinden
atarlar kendilerini dar alandan dışarı
ama çok uzun sürmez uzağa kaçmaları
kemik nasıl ayrı kalabilir etinden?
II.
Kayarlarken üstünde bir denizin
dalgasının kıyısına çekildiği
derim ki: "istediğiniz gibi gezin
hiç korkmadan her yanını bildiği
bir düzlükte yaşamanın kolaylığı
usandırınca başlarsınız vuruşmağa
büyütsem sizi andırmaz mısınız çığı
gerekmese duymaz mısınız bir dağa
Ne yapardınız su topundaki çeviklik
sizde olsa zıplar mıydınız durmadan
bulur muydunuz tırmanacağınız bir diklik
bıkmadınız mı birbirinize vurmadan?..."
III.
Toplıyarak bütün güçlerini ufacık yuvarlakta
kovalamaca oynarcasına sessiz yuvarlanmakta
Duramayıp yerlerinde kafa kafaya çarpar
canları acımış gibi yalandan ses çıkarırlar
Göster desem, gösterebilir mi yara beresini
şiirin laboratuarında çözümleyebilsek sesini
Belki anlıyabilirdik ne düşündüklerini
alırdık taşıyabilseydik sevinç-yüklerini
Çizerek masanın açık yeşil kumaşına
bir takım şekiller üçü birden, bazan tek başına
Çözülmesi güç şifrelerle anlatırlar içlerini
azaltmak için yüreklerine sığmayan sevinçlerini" (Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 84-85).
Bilardo Topları başlıklı şiirinde Umran hayatını bir tür yansıması olarak atfettiği istekayla çok güzel ve kendinden başka hayatına bu derece iyi dokunabilen başka birinin olamayacağını ifade ederek yine hayatı üzerine çıkarımlarda bulunur. Her bilardo topuna bir duygu halini yükleyerek aktarır. Sevinç kırmızı, acılar ak olarak yer edinir Umran'da. Birbirine değen topların acıyla kaçışlarını, yuvalarına girip saklandıklarını, fakat bu kaçışın kısa süreli olduğunu çünkü birbirlerinden ayrı kalamayacaklarını ifade eder. Bilardo masası, Umran'a göre bir denizdir. Bilardo topları korkusuzca bu denizin üzerine gezebilirler. Düz bir zeminde durdukları için birbirlerine vuruşlarını bir didişme hali olarak yansıtır. Deniz topuyla kıyaslar bilardo toplarını, ona göre anlamlandırır.
"Süzgeç
Karanlığı durultan gece süzgeciyim
gülüşlerinizden süzdüğüm sevinçlerinizdir
umutlarınızdan elediğim korkularınız
aşklarınızdan damıttığım kinleriniz
düşüncelerinizden tortuladığım ölüm
gözyaşlarınızın kalıntıları acı taşları
bende birikir cansıkıntılarınızın çökeleği
aşınmış olmalı göremediğiniz iç-parçalarım
beni onarmanız gerek artık arıtamıyorum"(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 88).
İnsana dair özellikleri eşyaya yükleyen Umran, modern insan bunalımını en iyi bir biçimde bu eşyalar üzerinden işleyerek şekillendirmiştir. Modern dünya çünkü materyalist çerçevede madde ekseninde dönen ve bu eksende kendine bir felsefe ortaya koyan bir tür vitrin yaşantısıdır. Sahip olunan eşyalar ekseninde mutluluk arayış biçimleri vardır, maddeye, materyale, eşyaya hakim olabilmek için ona öncelikli olarak sahip olmak gerekmektedir. Umran da bu doğrultuda bilindik ve bazen de işlevsel olmasa da gündelik hayatımızda karşılaştığımız bir çok eşyayı şiirlerine konuk etmiştir. Süzgecin şiirde ne işi var denilebilir, fakat Umran için süzgeç, sadece işlevi açısından süzgeç değildir. O, kendini bir gece süzgeci yerine koyar ve gülüşlerden sevinçler kotarır, aşklardan kinleri, düşüncelerden ölümü toplar içerisine. Gecenin karanlığı her şeyi örttüğü için deliklerinden geçen bütün her şeyi içine alabilir. Fakat bir süre sonra delikler de tıkanmaya başlar. O zaman onarılması gerektiğinden bahseder. Fakat bu onarımın nasıl olacağı meçhuldür.
"Buzdolabı
Gezinmiş ölümün acımasız soluğu
Buz kesilmiş kaskatı bir gövdede
Yaşıyor diyelim, ama canı nerede
Özü değil yaşamanın, belki kabuğu
Akmazken damarlarında bir damla kan
Nasıl diri kalabilir bulmadan imkân
Sıcaklığın ötesinde var olabilmek için
Donmuş göz göz yüreği hüznün, sevincin
Umut ışıkları içini aydınlattıkça
"Ben varım" diyebilir, yaşasa da eksik
İniltisi duyulur biraz daha sıkça
Baygın gövdesini dürtünce elektrik"(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 89).
Bu gün hemen hemen her evde buzdolabı vardır. Bu eşya artık bir tür temel ihtiyaç halini almıştır.Beslenebilmek için gıdaların saklanması ihtiyacı, bozulmasını önleme girişimi, buzdolabını hayatımızın bir parçası haline getirmiştir. Umran da bu eşyayı şiirine konuk ederek, onun soğukluğundan yola çıkarak bu soğukluğun ölüm soğukluğu gibi kaskatı bir halde bir gövdede bulunduğunu ifade ederek tanımlar buzdolabını. Bu tanım hem orijinal hem de yerinde bir yaklaşımdır.
"Vantilâtör
Serinletir görünmeyen mendiliyle
sessizliğin ipliğiyle dokuduğu
ne söylüyor anlaşılmaz diliyle
yoksa sessiz bir duâ mı okuduğu
Çağırarak ferahlığın türküsünü
Sözleri de, bestesi de serinlik
Sökerek sıcaklığın örgüsünü
Görünmiyen parmakları ilmik ilmik
Dağıtır serinliğini havaya
Vantilâtör cömertliğin örneği
Ben de isterdim doya doya
Acıları değil, sevinci örmeği"(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 90).
Soğutan makine, eşya Umran'da olumsuz bir biçimde dururken serinleten eşya vantilatöre ılımlı yaklaşır. Sessizce serinletirken görünmeyen o hava akımını bir mendile benzetir ve gizli gizli dua mı okuduğunu sorar, bu cevapsız kalacak bir sorudur. Bunun cevabını kendisi de beklemez. Ferahlatan bir eşyadır vantilatör, sıcaklığı sökerek cömertliğini sergilediğinden bahseder.
"Tarak
Bazan parmaklarımı ipince çoğaltarak
avlanmaya çıkarım saçının deltasına
ne tutacağım diye duyarım müthiş merak
sürüklenirim azgın suların ortasına
Saçının denizini dibinden tarıyarak
süzerim karanlığı, sessizliği bir süzgeç
gibi olmayan şeyi boşuna arayarak
derim kendi kendime: Yeter, bulmaktan vazgeç"(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 94).
Umran, bu şiirinde sevgilisinin saçlarına değen bir tarak olmak niyetinde, saçının her teline değme arzusu taşır. Tarağı şanslı atfeder. İçinin karanlığının ancak sevgilisinin saçlarının dibine doğru taradığı bir tarak ile giderebileceğini ifade eder.
Çizme
"Kararlı olduğu halde çizmeğe bacağımı
ona ansızın dedim: "dur, sakin çizme"!
Durakaldı sanarak elini tutacağımı
Bir türlü ulaşamadı yaklaştığı dizime
Şimdi çok yüksekten baksa da ayakkabıya
gülünç olur bu haliyle kendini aşamıyan çizme
yoksa yolunu mu şaşırdı kapılarak korkuya
keşke kulak asmasaydı şakadan "dur" sözüme"(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 95).
Bu şiirinde Sedat Umran, "çizme" kelimesini farklı anlamlarıyla kullanarak sadece ayağa giyilen uzun, bot şeklindeki ayakkabıyı kullanmamış, ayrıca eylem olan "çiz" kelimesinin olumsuz halini de kullanarak farklı anlamlar elde etmeye çalışmıştır. Şiir tamamen eşya odaklı bir şiirdir. Çizmeyi kişiselleştirmiştir. İnsana dair özellikleri çizmeyle birlikte anmıştır. Şiirde belli bir duygu yoğunluğu gözlemlenememiştir.
"Cetvel
Bir bütün halinde göründüğüme bakmayın
Ben bölünmelerin kesin bilinciyle yaşıyan
Bir, iki, üç, dört, beş, altı, on diye sayın
Beni yoktan var edemezsiniz hiçbir zaman
Ben o rakamlar mıyım, yoksa madde miyim
Gerçekten var olan içim mi, dışım mı
Uzunluğu boyuna arşınlayan bir gemiyim
Bıraksanız alıp giderdim belki de başımı
Düşünürüm kiminle dertleşsem acaba
Kıskanmam kısır-döngüde sıkışmış pergeli
O da benim kadar ince, görünse de kaba
Onu yuvarlak, beni düz bir mezara gömmeli"(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 97).
Cetvel şiirinde Umran, cetvelin görüntüsü ve kullanım amacından yola çıkarak şiirini kurgular. İlk mısrada bunlara yer verir. Cetvelin ölçüm aracı olarak sadece sayılardan mı yoksa bu sayılardan oluşan bir eşya mı olduğunu sorgular ikinci mısrasında. Üçüncü mısrasında pergel ile bir kıyas söz konusudur. Pergeli bir tür cetvelin dert ortağı olarak ifade eder. İkisinin de amacı geometrik şekil ve ölçümler olduğu için birbirine yakın eşyaları ele alması Umran'ın eşya şiirlerinde gözlemlenen bir tutumudur.
"Kitapların Yakınışı
Kitaplar rahatsız olmazlar mı acaba
İçlerindeki fikirden;
Biz konuşuruz onlar ne yaparlar
Nasıl kurtulacaklar
Kötü düşüncelerden ve kirden?
Hapsettiniz bizi bir daracık rafa
Biz varlıkların en uysalı, en temizi
Bıraksanız uğrar mıydık hiç o tarafa?
Harcadık gelişigüzel hazinemizi"(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 98).
Umran bu şiirinde kitapların içeriğinden yola çıkarak onların bu durumdan rahatsız olup olmadıklarını sorgulayarak özgün bir şiir yazmıştır. Kitapların içlerinde bulunan fikir ve düşünceden kurtulamadıkları gibi kirlerden, burada ifade ettiği muhtemelen kitap tozları olmalı, nasıl kurtulacaklarını sorgulamaktadır. İkinci mısrada Umran, kitapların diliyle konuşarak, onların bir nevi sözcülüğünü yaparak düşüncelerini aktarır. Kitap, Umran'a göre varlıkların en temiz ve uysalı. İçlerindeki fikirleri gelişi güzel harcadıklarını ifade eder.
"Pul
Beni sevseydiniz korurdunuz
bir bütünden kopan parçalarım
alnıma bir kara damga vurdunuz
utancımdan uzaklara kaçarım
Gösterdim dört sıra dişlerimi
ama hiç birinizi korkutamadım
zamkladınız gövdemde her yerimi
yapışmaktan başka çare bulamadım
Önce sakladınız, sonra attınız
harcadım kendimi, verdim her şeyi
elbette kalmasın diye hat'rınız
bırakamadım beni sürdüğünüz köşeyi"(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 99).
Umran, Pul şiirinde, pulun duygu durumuna göre hareket ederek bunu bir işlevsel bir biçimde ele alır. Pul biriktirenler için makbul olanın damgasız pul olduğu malumdur. Pullar, mektuplara yapıştırıldıktan sonra görevliler tarafından üzerine damgalar vurulur, bu durumdan pulların rahatsız olduğunu ifade eder, hatta bu nedenden dolayı utanıp uzaklara kaçtıklarını söyler Umran, köşesine yapıştırıldığında oradan ayrılmadan, yıllarca durduğunu bunu da onu yapıştıranın hatrına yaptığını ifade eder.
"Âvîzeler
"Uçuklamış cam dudakları âvîzelerin
Kim aydınlattı içimi benden habersiz diye
Benziyorum ışık denizinde yol alan gemiye
Donatıyor direklerimi renk renk bayraklarım
Ben hazinemi saydam yüreğimde saklarım
Başımda serinliği denizlerden esen alizelerin
Düşüncelerim olmasa da sizinki kadar derin
Bin bir tutkuyu çözüp çözüp düğümler dudaklarım
Kulalarımda yanıp sönen renklerin çığlığı
-Tavan denizinde yüzen kocaman bir ahtapot-
Bir rûh olmak kolay değil, verin bana kılçığı
Çiçeklerim sizin olsun, bana yeter bir tutam ot"(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 101).
Âvîzeler şiiri, Umran'ın diğer eşya şiirleri gibi, tasarım ve kurgu bakımdan eşdeğerlik göstermektedir. Umran, bu şiirinde âvîzleri konu edinerek, onun kullanım amacını, renk renk ışık saçmalarını hayal dünyasında işleyerek ele alır. Onun için âvîze bir tür ahtapottur. Tavanı bir denize benzeterek bu ahtapotun burada yüzdüğünü ifade eden şiir, bir orijinallik içerir. Bu tür yaklaşımla eşyayı canlı varlıklarla göstermek, tanımlamak Umran'ın sıkça başvurduğu yöntemlerdendir.
"Dikenli Tel
Düşünür yalnızlığın üzüntüsüyle
solmuş güllerini ve yitmiş yapraklarını
bir kirpinin ona armağan ettiği
dikenlerini, her gün taşımaktan usanmadığı
görür düşünde gençliğinigül fidanı halinde
arıların aşk musîkisiyle sarhoş ve baygın
kokuların kurduğu bir dünyanın bekçisi
şimdiyse kanatıcı bir korkunun habercisi"(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 102).
Dikenli teller genellikle korunmak istenilen ya da içle dışın bağlantısını göstermek, yasak bölgelere çekilen bir eşya olarak günümüzde de kullanılan gelen bir eşyadır. Dikenli telin dikeni ile kirpinin dikenini bağdaştırarak şiirde işlemeyi yeğler Umran. Bu dikenin bir kirpi tarafından tele armağan ettiğini ifade eder. Bu armağanın ilk dönemlerinde tel, bu durum karşısında mutlu, erinç ve gençken zamanla yaşlandığını tıpkı bir insan gibi, kederle donatıldığını ve kanatıcı bir hale büründüğünü aktarır Umran.
"Kibritin Ölümü
Yağmur nasıl canlanırsa akarak oluklarda
Dizilirse saçaklara tutunup damla damla
Kibrit de birikir süslü kutucuklarda
Gözünün ucunda toplanan bir damla
Acısının yoğunlaştırdığı donmuş gözyaşıdır
Bir sürtünüşüyle çözülür öfkesinden
Her şeyi yakıp kül eden bir ufacık dev olur
Al renkli bir bayrak direğine tırmanarak
Ya da bir yelken açıp yokluk denizinde
Bırakır bir yanık kokusu gerisinde
Yanıp sönerek ölen-umut-böceği olur"(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 104).
Kibrit ile yağmuru bir arada ele alır ilk mısrada. Kibrit çöpünün ucundaki kimyasalı bir damlaya benzetir. Donmuş bir gözyaşıdır bu. Sürtünmeyle eriyen ve eriyince yanan bir devinim içerisinde ele alır kibritin durumunu.
"Korkuluk
Bıkmadan usanmadan siz insanlara kulluk
ederek yaşıyorum; ben zavallı korkuluk
Borçlu olsam da size iğreti varlığımı
körelttim sizin için keskin duyarlığımı
Yiğitlik taslıyarak bekledim boş tarlada tek
içinizden geçeydi tembelliğimi dürtmek
Belki kımıldardım da atardım birkaç adım
üzülmezdim yok diye nüfus kütüğü kaydım
Oynardım boş tarlada tek kolla çelik-çomak
benim işim gücüm bu, âh sadece korkutmak
Çocuklara eğlence oldu gülünç duruşum
ürküttüm kargaları: Ben acayip bir kuşum…"(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 106).
Çeşitli hayvanları korkutmak, kaçırmak için tarlalara dikilen korkuluklar, herhangi bir biçimi olmayan, onu ortaya koyanın hayal dünyasına göre şekillenen, allanan pullanan, bir tür korku biçiminin yansımasıdır. Kendisini bir korkuluk yerine koymaktadır, korkuluk ile bütünleşmektedir.
"Parmaklık
Parmaklarımla kapatırım her ân yüzümü
anlıyamazsmız ağladığımı, ya da güldüğümü
ben sizi gözetlerim, ama siz beni göremezsiniz
yalnızlığıma çarparak ufalanır sesiniz
bazan sevincinizden kopan bir ufak parça
geçerken aralığımdan takılır kulaklarıma
asla izin vermem benden öteye geçmenize
çünkü inancım var yasaklardan örüldüğüme
beni anlıyabilirsiniz karanlığıma dokunarak
artık değilim ne içime, ne de dışıma tutsak
bir değişik yaşam benimkisi yılların getirdiği
ışığımın ters-yüz edilip gölge diye serildiği
beni tanıyabilirsiniz çubuklaşan gölgemden
bir başka dünyaya girdiğimi çıkarak gövdemden
kendi kendimle konuşmağa alıştım adamakıllı
gürültüm sessizliğimin balyozuyla yıkıldı
beni toprağa sımsıkı bağlıyan iplerden koptum
erittim varlığımı gölgemde; sanmayın ki yok oldum"(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 107)
Umran, Parmaklık şiirinde, parmaklar ile parmaklıkları bir arada ele alarak işlemiştir. Bu şiirinde yapı olarak farklı bir biçimde şiirini kurmuştur Umran. Aktaş şiirdeki yapıyı belirtirken her metin gibi şiirin de bir yapısı olduğunu, bu yapının ses ve anlam kaynaşmasından oluşan birliktelikle bir tema etrafında buluşmasından kaynaklandığını ifade eder (Aktaş Ş., 2011, s. 31). Düzenli bir birliktelik ile çeşitli unsurları bir araya toplayan yapının dönemin estetik zevk ve anlayışının belirlediğini aktarır (Aktaş Ş., 2011, s. 31). Umran da "trajik ben" etrafında parmaklık ve parmakla şiirini ortaya koyar. Sevinç ve üzüntülü durumları olduğunu aktarır parmaklıkların.
"Mum
Mumun dili ucunda söylemek istediği
"Şu titriyen ışığım sessizliğin yüreği
Sebepsiz değil elbet hiç dinmeyen gözyaşım
Yıllarla değil, dakikalarla sayılır yaşım
Olmasaydı acımı içimde toplayan çanak
Bulamazdım elbette de derdimi anlatacak…" (Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 108)
Aktaş, Şiir Tahlili adlı eserinde şiiri meydana getiren birimlerin yalnızca biçime ve içeriğe indirgenmemesi gerektiğini ifade eder (Aktaş Ş., 2011, s. 31). Şiir çeşitlik unsurların bileşkesinden meydana gelir. Tema bunlardan biridir. Aktaş'a göre şiir metninde ortaya konulan tema yapıyla birlikte vardır (Aktaş Ş., 2011, s. 31). Mum şiirinde Umran, bu bütünsellik içerisinde "trajik ben" i şiirde işler. Eşya bir odak noktası değil aslında. Asıl olan kendi duygu durumudur. Mumum eriyen damlalarını dinmeyen gözyaşlarına benzetmesi, içinde eridiği çanağı bir tür acılarını toplayan çanak olarak yansıtması hem şamdanın hem de insan bedeninin ya da mekanının yansıması olarak okunabilir.
"Musluk
"Döküyor içini garip musluk
Olduğu gibi mermer yalağa
Gerekli görmüyor saklamağa
Yok onda bizdeki okumuşluk…
Damlaların diliyle konuştu
Söyledi derdini mermer kulağa
Gücü yetmedi kendini tutmağa
O kadar gözyaşıyla dolmuştu"(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 109).
Aktaş, ses şiirde ahenk oluşumun anlam, ses akışı, söyleyiş biçimi, ritim ve ses benzerliği ile sağlandığını ifade etmektedir (Aktaş Ş., 2011, s. 39). Aktaş, şiirde âhengi sağlayan öğelerden birinin ritim olduğunu ve ritmin uzun müddet ölçüyle sağlandığını ve şiirde ritmin hecelerin gruplanmasıyla ve seslerin düzenli dizilişleri sağlandığını ifade etmiştir (Aktaş Ş., 2011, s. 40). Umran da Musluk şiirinde kafiyelerden yararlanarak şiirde ritmi elde etmeye çalışmıştır. İçinde birikenleri mermer yalağa olduğu gibi döktüğünü ve musluğun damlaların diliyle konuştuğunu ifade eder. Damlatmasının sebebi olarak gücünün buna yetmediğine, içini dökmesi gerektiğini ifade ederek kişileştirme yoluyla eşyaya insanî özellikler yüklemiştir.
Jilet
"Kaba olmadığına inandırıp
Gittikçe keskinleşerek incelen
Bir kılın incecik boynu ona gelen
Bol köpüğe boğarak kandırıp
Öldürmek olduğunu yaşamanın
Duyarak kavuşur sevincine
Çıkamayınca dışına zamanın
Dönüşür sevgisi acımasız kine"(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 110).
Şiiri, "insanın tipik olmayan davranışı" (Arslanbenzer, 2013, s. 11) olarak tanımlayan Arslanbenzer, her yeni şiirin, eski şiir kavramını yerinden oynatıp insanın şiir davranışına yeni görüntüler verdiğini (Arslanbenzer, 2013, s. 11) ifade eder. Umran'ın şiirleri de Arslanbenzer'in ifade ettiği "yeni görüntüler" noktasında farklı farklı bir çok yenilikler içerir. Jilet şiirinde, jiletin kullanım amacını göz önünde bulundurarak işlevini, eylemini ortaya koyar Umran. Bu yaklaşım bir çok eşya şiirinde yine aynı şekilde, aynı yaklaşımla sergilediği bir usuldür. İkinci mısradaki "öldürmek olduğunu yaşamanın" ifadesi, ontolojik olarak değer kazanabilir. Umran, eşya üzerinen varlığı/varlıkları ve kendi "trajik beni"ni sorgulamaktadır.
Tirbuşon
"Geçer içinin lâbirentinden
Devinişin dolaşık şiiri
Çıkar uyuşukluğun kentinden
Yaşadığına inanmıyan biri
Kaskatı mantarını acıların
Delince sevincinin burgusu
Kavuşur sevincine yaşamanın
Silinir yok olmanın korkusu"(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 111).
Arslanbenzer şiiri tanımlarken "tıpkı cömertlik gibi, ibadet gibi, savaşmak ya da alkışlamak gibi" (Arslanbenzer, 2013, s. 12) bir davranış biçimi olduğunu ifade ederek şiirin kapsamı alanını göstermiştir. Şiirin içeriği noktasında sınır olamayacağı gerçeği, şiirin ilgi alanının ne kadar geniş olduğunu ortaya koymaktadır. Umran da bu minvalde ilerleyerek bir eşya şairi vasfını kullanarak gerekli gereksiz atfettiğimiz bir çok eşyaya önem atfederek şiirlerine konu edinmiştir. Tirbuşon şiirinde Umran, şişenin mantarla tıkanıp kaldığını ve bundan dolayı acı çektiğini ifade ederek tirbuşonun o mantarı çıkartarak şişenin acısını dindirip onu sevindirdiğini ifade etmiştir. Hayatta kimi zaman bizi sıkıştıran bunaltan, yoran durumlarda küçücük bir şeyin bu havayı dağıtması gibi. Tirbuşon da küçük fakat etkili bir dokunuşla bu durumu gidermiştir.
Parfüm
"Bir parfümüm; özlemlerinize sürdüğünüz
iyileştiririm işliyen yaranızı
kokunun açıldıkça ufalan yelpâzesiyim
uçucu bir öpücüğüm konarım alnınıza
Bir üflemelik canım var: Püf'üm
tatlıdır sözlerim, hatta sövgüm
burnunuzla duyar, koklar, görürüm
solmayan bir çiçeğim düşlerinizde"(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 112).
Şiirlerinde eşyalara yer veren Umran, bu eşyalarda da bir orijinallik arayarak farklı bakış açısıyla onları zihinlerimize işler. Eşyayı önemseyen Umran, onların sadece kullanıla gelen bir anlam olmasından rahatsızlık duyduğu için, ünsiyet sağlar. Bu ünsiyet nedeniyle farklı yaklaşır eşyaya. Gündelik hayatta kullanılagelen eşyalara yalnızlıklar, sevinçler, hüzünler yükler. Parfüm şiirinde olduğu gibi, tanımlar geliştirir eşyalara. Onun için parfüm, alınlara uçucu bir öpücük konduran bir eşyadır, onu görmek ancak kokuyla olur fakat hissi ise ancak düşlemekle mümkün olabilmektedir.
Nargile
"Ne denli uğraşırsa uğraşsın nâfile
karın gurultusunu dindiremez nargile
Ateşle beslenerek canlanır tömbekisi
yayılır çevresine kokuların en pisi
Guruldayan karnıyla nasıl durur yerinde
kucakta taşınır da sevinir her seferinde"(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 113).
Bu şiirinde Umran, kafiyelerden yararlanarak şiire bir tür ritim kazandırmaya çalışmıştır. Nargilenenin çektikçe fokurdayan haznesini guruldayan bir karına benzetir. Ateşle beslenerek tömbekideki tütünü yakılmasıyla ortaya çıkan kokuyu beğenmez Umran. Fakat, insanların nargileyi sevdiğini, kucaklarında taşıdığını, bu da nargileyi sevindirdiğini ifade etmektedir.
Şemsiyeler
"Yağmur kuşları bunlar: Kapkara
Başınızın çevresinde dolanan
Havalanır gibi olsalar da bir ân
Uçup gidemezler uzaklara…
İndirip kanatlarını büsbütün
Tünerler kollarınıza umarsız
İstediğiniz kadar ürkütün
Bu sırnaşık kuşları kovamazsınız"(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 114).
Yağmur ve şemsiye ayrılmaz bir ikili olarak sürekli kullanıla gelmiştir. Umran da yağmur için şemsiyeler kullanıldığınıi şemsiyelerin bir tür siyah yağmur kuşları olduğunu, fakat uçup uzaklara gidemediklerinden bahseder. Yağmur dindiğinde şemsiyeyi kapatırken bu kuşların aslında kanatlarını kapattığınızı, kolunuza tüneyip sizden ayrılmadıklarını aktarır.
Taşbebek
"Sessizlik katığıyla doldurdunuz içimi
dudaklarımda donan sizin gülüşünüzdür
kimse çözemez artık kör-düğüm sevincimi
zaman sizde uçurum, ama bende dümdüzdür
Uyurum bir yastığa koyar koymaz başımı
Ben istemesem bile iner gözkapaklarım
Acımı bir incecik ağlayışta saklarım
Akıtırım içime gizlice gözyaşımı"(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 116).
Bir oyuncak olarak taşbebek, çocukların eğlenceli vakitler geçirilmesi için üretilip piyasaya sürülen bir eşyadır. Ama Umran için ise bu, sessizlik katığıyla içi doldurulan, kimsenin çözemeyeceği bir sevinçle düğümlenmiş bir boyutta olan bebeğin adıdır.
"Cam
Beni yüzbin parçaya bölseniz
yok edemezsiniz, çünkü her parçamda
bin can taşırım ve her canımda bin parça
beni karanlığın dibine gömseniz
dağıtamazsınız aydınlık kalabalığımı
ben sevincin özenle yoğurduğu
suyun ve havanın katılaşmış saydamlığı
koşarken gündüzümde, hızımın durdurduğu
sessiz alış-verişi tükenmez cömertliğin
ışığın ve ferahlığın çeşmesiyim
şırıltısını boyuna aklığa çeviren
bazan buzlu bir somurtkanlıkla görünürüm
belli olsun diye size küskünlüğüm
bazan de bir uçurtma gibi özgürüm
yükselirim renklerin uçuran dünyasında
işte o zaman sizin için bir körüm
gücümle yarattığım biçimler ortasında
Ben'im ışığın göğe götüren basamakları
varoluşun uçsuz-bucaksız evreniyim"(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 117).
"Yazının sesi, aynı zamanda vicdanın da sesidir" (Su, 2014) der Hüseyin Su, Umran da yazının binbir türlü sesini şiirlerinde ağırlayarak eşyaya tıpkı ses verir. Eşya, Umran'ın anlatımında tıpkı canlanır gibi bir hale bürünür. Çünkü temel ilgi odağı eşya olan şairin anlatımını da genel olarak eşyaya yöneltmesi, Umran'ın eşyayla bir meselesinin olduğunun göstergesidir. Cam şiirinde Umran, camın kırılsa da her parçasında bir can taşıdığını, aydınlık bir kalabalık taşıdığını, sevinçleri özenle yoğrulduğu bir ışık banyosu sunduğunu, varoluşunu ispata kalkışır bu şiirinde.
Gümüş Sepet
"Ay'ın suda ördüğü büyülü sepet
bitecek elbette hele bir sabret
görünmez parmaklar ileri geri
hareket ederek gümüş telleri
ayırır, birleştirir; sonra ilmikler
atılır fazlalar, dolar eksikler
doğa'nın çok ince sanatıdır bu
ne ufak bir pürüz,
alıp götürecek sabah bir peri
içinde gecenin kara gülleri"(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 139).
Umran, Gümüş Sepet şiiri, sepet üzerinden doğayı, pastoral bir biçimde aktardığı, anlamlandırdığı şiiridir. Bir düzen aramadan, sepetin sabırla örüldüğünü, ay ışığının oluşan tellerinin gümüş gibi parıldamasından dolayı buna gümüş sepet demiştir Umran. İçinde de gecenin kara gülleri vardır.
İki Serseri Mayın
"Sokak denizlerinin iki serseri mayını
batıracak bir gemi arar her gece
bulamaz ve daha varmadan dönemece
sarsıntı yıkar karanlığın sarayını
Bu patlayış sağır eder kulakları
ses dolar sessizliğin kıvrımlarına
göz kamaştırıcı bir ışık yükselir
benzer Zeüs'ün yıldırımlarına
Bütün gün içindekileri çiğnemekten
çeneleri yorulan evler uyanır
her şey korkunun kara rengine boyanır
bir titreme alır yakınları yutan uzakları
Sokak denizlerinin iki serseri mayını
kablosunun ucu gecenin elinde
rahatını kaçırır uyuyanların
bir elektrik akımı belirir fitilinde
ve ses dalgalandırır denizleşen sokakları..."(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 170).
Umran, bu şiirine iki serseri mayını konuk ederek aktarımda bulunur. Bu iki mayını tıpkı iki insan gibi ele alır. Patlayışını ele alırken bu mayınların kulakları sağır eden bir sesten ve gözleri kamaştıran bir ışıktan bahseder, bu ışık ve ses o kadar yüksektir ki Zeus'u bile kıskandıracak niteliktedir. Bütün mekânlar bu korkunun etkisiyle titrer ve uykularından uyanırlar, rahatsız edici bir biçimde, korkuyla karışık bir titremeye bürünür herkes.
Yumaklar
"Yüreğime dolanan acıların yumağı
bulamadım ucunu, ölümün açacağı
Yıldızlar sarılması bitmiyen altın yumak
çilesi ebediyyet olmalıdır muhakkak
Mavi gök çilesinden çektiğimiz ibrişim
bir gergefe geçirip işlemek benim işim
Biz sararız da büyür yalanların yumağı
gerçeğin makasıyla keserek atacağı
Kocaman bir yumaktır çözülmiyen boş gurur
içimizin görünmez bir köşesinde durur
Ölümün bizim için sardığı kara yumak
kefenimiz onunla örülür olsa da ak..."(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 173).
yüreğine dolanan acıları bir yumağa benzeten Umran, yumağın ucunu bulamadığını bunu açacak olanın ancak ölüm olduğunu ifade eder. İkinci beyitte konu değişip yıldızların birer altın yumak olduğunu, çilelerinin sonsuzluk olduğunu ifade eder. Üçüncü beyitte mavi göğü bir çileye, yerel söylenişlerde bu da yumak anlamına gelmektedir, benzetmekte, kendisini de bir nakkaşa benzeterek gergefte nakışlar ördüğünü ifade etmektedir. Dördüncü beyitte Umran, yalanlardan büyüyen bir yumaktan, beşinci beyitte gururu bir yumağa, altıncı ve son beyitte ölümün ördüğü bir yumaktan bahsetmektedir. Bu şiiri biçim ve yapı olarak diğer şiirlerinden de farklıdır.
Kazak
"Sıkıntının kazağını söküyorum
görünmiyen parmakların ördüğü
usuma Penelope geliyor
yoksa ben sökmeği mi söküyorum
İlmeklerin azaldığını görüyorum
çoğaldığını içimde bir yerimin
koyacak bir yer bulamıyorum
sarıyorum yumağına yüreğimin..."(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 178).
Trajik ben üzerine yoğunlaşan Umran, sıkıntılarıyla hesaplaşmaya girişir, mitolojik bir kahraman olan Penelope, Odysseus'un eşidir. Dünya edebiyatında çokça yer verilen bir imge olan Penelope'ye Umran da yer verir.
Garip Saat
"Sararmış kadranında silik her bir rakamı
Birbirine karışmış yelkovanla akrebi
Sesi kör-bir kuyunun dibinden geliyor gibi
Bakarız net göstermese de puslu camı
Dışımızda değil içimizdedir yeri
Eskidikçe güçlenen düşünce-zerabereği
Kurgusu kendiliğinden yapısı gereği
Anıların saati işliyor geri geri..."(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 181).
Saat, bir motif olarak şiirde defalarca kullanılagelmiştir. Umran da eski bir saati konuk ediyor, bunu silinmiş her rakamı, puslu camından, ifadelerinden anlıyoruz. Saatin dışımızda değil, içimizde yer edindiğini, zaman kavramının bedenlerimizin eskiticiliği karşısında çaresiz olsak da eskidikçe güçlenen bir tavır sergiler saat. Umran'a göre anıların saati geriye doğru işlemektedir, anımsadığımız, hatıramızda yer edinen olay ve olgular gün geçtikçe zihnimizde canlanır ve gün geçtikçe değerlendirir.
Telgraf
1"000 t AŞK ÖZLEM ŞİLEBİYLE GÖNDERİLDİ stop
ACILARININ NAVLUNU ORADA ÖDENECEK stop
SİGORTASINI YAPTIRMADIK stop BEDELİ
İSTENMİYEN BİR ÇOCUK KARŞILIĞINDA stop
ALINDIĞINI BİLDİRİNİZ
DOĞA SANAYİİ"(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 181).
Umran, bu şiirinde telgraf gönderir gibi yazmıştır, şiir eşyaya işaret etse de direkt olarak telgrafta gönderilen nota dairdir. Bu yüzden değerlendirmeye alınmamıştır.
Çengel
"Alışkanlıkların bırakmıyan kolu
İçimiz dışımız çengelle dolu
Aşk kullanıldıkça aşınan çengel
Ayrılıklarda bile o var: Yine gelKıskançlığın bizi kilitliyen çengeli
Sımsıkı tutar onu şeytanın eli
En umulmadık yerde görerek şaşarız
Onunla belirlenir iğne ve sakız"(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 187).
Çengel şiirinde, Umran, çengeli önce alışkanlıkların koluna, aşka, kıskançlığın kilidine benzetir çengeli. Şiir biçim olarak beyitler halinde yazılmış, Umran'ın kafiyeyi dikkate alarak yazdığı şiirleri arasındadır.
Oyuncak Tren
"Ey çocukluğumun havalanan tozları
Tutundunuz perdesine anıların
Yılların ucundan tutup da silktiği
Bu tozların genzime dolduğunu duyarım
Bazan hiç ummadığım bir şey olur
İşletirim çocukluğumun duran oyuncağını
Yürütürüm geçmişin ışıldayan rayında
Biraz gider, sevinirim, devrilir, ağlarım"(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 188).
Oyuncak tren, Umran'ın çocukluğuna dair izler taşıyan şiiridir. Çocukluğuna dair hatıraların zihninde belirginlik kazanmasıyla, ileri yaşına rağmen, anımsar. Çünkü Kara Işıldak adlı eseri yayınlandığında şair 67 yaşındadır. Çocukluk anılarıyla sevinip, üzüldüğünü ifade eder. Oyuncak tren, bir imge olarak onunla geçmişin izlerinin peşine düşer, kimi zaman sevinir kimi zaman ise üzülen bir ruh halini ortaya koyar.
Halı
"Çiçeklerini açtırır bakışlarımızın suları
fışkırtır bir istek çağlayanından daha gür
anılarımızın halısında renkler solar ve ölür
bir nakış işlercesine örsek de duyguları
İki elin sımsıkı kenetlenişi gibi
atkı ve çözgü iplikleri içiçe düğümlenir
halı, büyüleyen dünyasıyla bir düş'ün dibi
ne çiçekleri koklanır, ne meyveleri yenir..."(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 188).
Umran, Halı şiirinde, halının desenleriyle şiirine başlar. Çiçek desenli bu halının desenleri içerisinde farklı duygu durumlarının bir tür yansıtması olur. Trajik durumlar içerisinde acı, hüzün, sevinç, dinginlik haliyle kendini yansıtır. Halının düğümleri gibi bütün bunlar birbirine girişik, bir bütünlük içerisinde, bir tema halinde sunulmuştur. Umran, halının büyüleyeci bir dünyası olduğunu ifade eder fakat üzerindeki çiçeklerin, meyvelerin ise ne koklandığını, ne de yendiğini ifade ederek bir tür yakınmasını dile getirir.
Çıkrık
"Bir çıkrık seni içimde
acılarımdır çeken halat
yükseliyorum gökyüzüne
şiirim vurdukça kanat
Başkasının istediği
Sadece ün, değil sanat
Bırakma elinden mekiği
Bük ipliğini, yap iki kat
Ey ozan sen onlara değil
Kendini kendine anlat;
şiirin bir ipek mendil
sil terini herkese inat"(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 194).
Hayalhanesinde işleyerek anlattığı, eşyaların tuhaf yanlarını, farklılıklarını, ondaki hallerini farklı biçim ve usluplarla ortaya koyan Umran, Çıkrık şiirinde, bu gün artık çok da bilinmeyen bir eşyaya çıkrığa işaret ederek şiirini ortaya koyar. Çıkrık; " değirmen, dolap gibi şeylerin dönen bölümü" (Çağbayır, Büyük Türkçe Sözlük, 2016, s. 1192) olarak tanımlanmıştır. Başka bir anlam olarak ise " makara, kuyudan su çekmekte kullanılan, elle çevrilen bir silindir üzerine ipin sarılması ile ipini kısaltarak kovayı yukarı çeken araç" (Çağbayır, Büyük Türkçe Sözlük, 2016, s. 1192) olarak tanımlanır. Umran'ın çıkrıktan muhtemelen ipi kendine dolayan silindiri kastettiği anlaşılmaktadır, bunu "bük ipliğini" ile başlayan mısradan yola çıkarak söyleyebiliriz. Umran, bu şiirinde çıkrığın sayesinde şiirlerinin bir kanat olduğunu ve onu yükselttiği ifade etmektedir. Son mısrada ise geleneksel bir şiir söyleşi ile şiirini tamamlar.
Takvim
"Kat kat giyinişim üşüdüğümden değil
Gizlemek isterim içimin boşluğunu
Yolunan kanatlarımla zaman kuşuyum
Duvarın bir köşesinde sessiz tüneyen
Bir yılın 365 odalı sahipsiz konağı
İçinde hepimizin iğreti oturduğu
Yine de kolay bırakıp gidemediğimiz
Satın alıp bir başkasına veremediğimiz
Sonunda ölümü kira diye ödediğimiz
Zaman kuşuyum, saçılan tüylerimi
Doldurarak bir avuntunun kılıfına
Yastık diye başınızın altına koyduğunuz
Yaşarım zorunluğun altın kafesinde
Bakışlarınızın kabından alırım yemimi
Bekleyişinizden dindiririm susuzluğumu
Ben de bilmiyorum neden sesim böyle kısık,
Sizin gibi eksile eksile yaşamaya alışık
Gizli durur bende en ummadığınız şarkı
Dökülen tüylerimin avuçlarınızda kaldığı"(Umran, Kara Işıldak, 1993, s. 205).
Umran, hayatının büyük çoğunluğunu yalnız yaşamış ve yalnız geçirmiş biridir. Yalnızlık haline en büyük sorun zaman kavramıdır. Saatlerin bazen bir asır hükmünde olduğu, özellikle geçmek bilmeyen bu anların bazen insana en büyük azap olduğu bütün yalnızların ortak kanaatidir. Bu yüzden de yalnızlığın zaman kavramı ve onu ölçen araçlarla bir meselesi vardır. Saat, takvim gibi eşyalar zamanı ölçen unsurlar olarak yalnızların en çok uğraştığı eşyalardır. Umran da bu şiirinde takvim üzerine yoğunlaşarak hergününü bir odaya benzetir. Bu odaların içerisinde insanların eğreti durduğunu ifade etmesi, Umran'ın zamanla bir problemi olduğunun göstergesi sayılabilir.
Kaynakça
Aktaş, Ş. (2011). Şiir Tahlili (2. Baskı b.). Ankara: Akçağ Yayınları.
Arslanbenzer, H. (2013). Üç Sütun: Şiir, Hikaye, Eleştiri. İstanbul: Okur Kitaplığı.
Can, A. (2010). Necip Fazıl'da "Ayna" İmgesi. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 167-185.
Çağbayır, Y. (2016). Büyük Türkçe Sözlük (Cilt 2). İstanbul: Ötüken Neşriyat.
Kızılçim, Y. (2015). Şiirin Söylemi ve Çözümleme Yöntemi. Konya: Çizgi Kitabevi.
Su, H. (2014). Yazı ve Yazgı. İstanbul: Şule Yayınları.
Umran, S. (1993). Kara Işıldak. İstanbul: İz Yayıncılık.
[1] kurutma kağıdı
Yazar: Tuğba D. CAN - Yayın Tarihi: 27.12.2023 09:00 - Güncelleme Tarihi: 22.11.2023 09:13